Ulemanın “Usul” Çalışmalarını Nasıl Algılamalı?-4

Ebubekir Sifil2002, Ekim 2002, Gazete Yazıları, Gündem, Konularına Göre

DİB toplantısı için hazırladığım müzakere metninin özetinin son kısmını arz ederek bugün bu seriyi tamamlayacağım. Zira sırada bekleyen önemli hususlar var…

C ve D. İcma ve Kıyas üzerinde bizzat kimi “klasik” alimler tarafından ortaya konmuş farklı görüşler bulunduğu malum olduğuna göre, tebliğin ortaya çıkarmayı hedeflediği yapı içinde bu ihtilafların da tatminkâr izahı bulunmalıydı diye düşünüyorum.

Öte yandan tarihte ortaya çıkmış olan ve bugün de kendisini yeni söylemlerle ifade eden birçok Kelamî fırka, yukarıdaki 4 husus üzerinde şu veya bu şekilde durmakla, daha da önemlisi, aynı “malum” hakkında konuşmakla birlikte “klasik yöntemler” tabirinden anladığımızdan farklı bir yapı önermiştir/önermektedir. Şu halde “ilmin maluma bağlı olduğu” ilkesini klasik yöntemlerin geçerliliği bağlamında kullanırken maksadı daha açık ifade etmek gerekecektir.

el-Kevserî merhum bu ilişkiyi şöyle kurar: “Fıkıh, din bilgisi demektir. Dolayısıyla din ile onun bilgisinin birbirinden farklı ve ilmin, ma’lumuna muhalif olması düşünülemez. Din, Kitabullah’ta, “Sahih itikad, salih amel ve güzel ahlak alanlarındaki ilahi emirlere itaat” demektir. (…) Bu Ümmet’in fukahasının, bu temel hususların cüz’iyyatı ile ilgili olarak Allah Teala’nın bu ümmet için ikame ettiği delillerden çıkardığı bilgi Fıkıh’tır. Şu halde bu delillerin ahkâmına taat, Din’in bizzat kendisidir. Hatta bu, mahza Din’in ikamesidir.

“Zaman ve mekânın değişmesiyle (örfe bağlı) ahkâmın da değişeceği konusundaki mukarrer kaide, belli bir hükmün değişik durumlara göre tafsilinden ibarettir.” (Makâlât, 108 vd.)

Yine onun şu ifadelerini, yukarıda el-Karâfî’den yaptığım alıntı ile birlikte ele almak gerekir: Teşri sahasına Şeriat’in sahibi dışında kimsenin dahli söz konusu değildir. Fukaha’yı kanun yapıcılar olarak görmek, hem Şeriat, hem de Fıkıh sahasındaki cehaletin ifadesidir.”

3

“Klasik anlama yöntemleri” tabiriyle neyin kastedildiğinin önemli olduğuna yukarıda işaret etmiştim. Tahsin beyin, tebliğinde Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas üzerinde şekillendiğini belirttiği sistemin Ontolojik temellerini ortaya koymayı hedeflediği göz önünde bulundurulursa, kestedilenin, Ehl-i Sünnet’e ait anlama usulleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira malum olduğu üzere Zeydiylye dışındaki Şiiliğe ait Fıkıh Usulü’nde İcma ve Kıyas Şer’î bir hüccet olarak kabul edilmez. Yine onlara göre Ehl-i Beyt imamları (“masum imamlar”) dışında kalanların icmaı muteber değildir. Keza Mu’tezile’nin bir kesimi ile Zahirîler de Kıyas ve (Sahabe icmaı dışında) İcma’ı kabul etmez. (Bütün bu görüşlerin ayrıntılı izah ve münakaşası için bkz. Ömer Mevlûd Abdülhamîd, Hücciyyetu’l-Kıyâs ve Sa’dî Ebû Ceyb, Mevsû’atu’l-İcmâ’.)

 Şu halde burada Ehl-i Sünnet Usulcülerinin ortaya koyduğu anlama yönteminden bahsedildiğinin tasrihinde fayda var. Ancak burada, yukarıda işaret edilen problem tekrar gündeme gelmektedir: İlim maluma tabi olduğuna göre, aynı “malum” üzerindeki bu ihtilafları nasıl açıklayabiliriz?

Milli Gazete – 29 Ekim 2012