Modernleşme maceramız ile birlikte baş gösteren belli başlı akımlardan birisi olan “İslamcılık”ın bizzat kendisi modern bir ifade biçimi olması dolayısıyla benim anlam dünyamda hep “iğreti” durmuştur. Bu, tıpkı Hristiyanlar’a “İsevî”, Yahudiler’e “Musevî” denmesi gibi Müslümanlar’ın da “Muhammedî” ve İslam’ın “Muhammedîlik” şeklinde nitelendirilmesi kadar “netameli” bir durumla karşı karşıya olduğumuzun ifadesidir.
İslam dünyasında özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda Batı’nın ekonomik ve fizikî üstünlüğü karşısında “ne yapılması” gerektiği konusunda tavrını İslamî çözümden yana koyan bir kısım ilim adamı ve aydınların tekliflerini anlatan bir “şemsiye kavramdır” İslamcılık. Dominant özelliği toplumsal ve idari mekanizmanın belirleyicisi olarak İslam’ın vurgulanmasıdır. Ancak –mesela İsmail Kara’nın çalışmasında– adı “İslamcı” olarak anılan kimselerin düşünceleri arasında ciddi bir karşılaştırma yapıldığında, aralarında hatırı sayılır ölçüde görüş farklılıkları bulunduğu görülecektir.
Çerçevesini, “hayatın, özellikle de ekonomik, hukuksal ve siyasal alanların İslam’ın hassasiyetleri dikkate alınarak düzenlenmesi teklifi” şeklinde çizebileceğimiz “İslamcılık” cereyanının, bu noktadan itibaren ayrıntılara inildikçe görüşlerinin farklılaştığı görülen müntesiplerinin böyle bir üst kavramda ve yeknesak bir yapıyı anlatır tarzda bir araya getirilmesi ve bu “hareket”in –ifade yerindeyse– “İslam’ın yegâne sözcüsü” konuma yükseltilmesi şu açılardan sağlıklı değildir:
1- Yukarıda da işaret edildiği gibi bu hareketin müntesipleri, ana başlıklarda müşterek görüşlere sahip olsalar da, bu başlıkların içinin nasıl doldurulacağı noktasında aralarında görüş birliği yoktur. İslamcılar’dan bir kısmının “millî hakimiyet” kavramını kabul ederek Şura’yı “parlamenter sistem”e indirgemelerine karşın, bir kısmının “Hilafet modeli”nde ısrar etmesi bunun en bariz göstergesidir.
2- Yine İslamcılar’dan bir kısmının İttihad ve Terakki hareketine katılması ve bu hareketin çeşitli organlarında fiilî görevler alması karşısında, bir diğer kısmının bu hareketi onaylamaması ilgi çekicidir.
3- Geçmiş ulema ve geçmişten devralınan ilim mirası karşısındaki tavırlarında da aynı “çeşitlilik” bahis konusudur. İslamcılar’dan bir kısmı bu konuda “ıslah”, “tecdit”, “reform” gibi kavramlar altında yürütülmek istenen “yenileşme” hareketlerine şiddetle karşı koyarken, bir kısmı bu kavramların ve temsil ettikleri hareketlerin bayraktarlığını yapmıştır.
4- Yine İslamcılar’dan bir kısmı (mesela M. Şemsettin Günaltay) Tasavvuf ve Tarikatlar’e bütün güçleriyle hücum ederken, diğer bir kısmı bu kurumları, hatta Ehl-i Tasavvuf arasında bile tartışma konusu olan “vahdet-i vücud”u büyük bir gayretle savunmuştur (Ferit Kam, İsmail Fennî Ertuğrul, Mehmet Ali Aynî vb.).
5- Bir kısmı içtihad ve telfiki hararetle savunurken taklidi şiddetle reddetmiş, başka bir kısmı ise bunun tam tersi bir tutum benimsemiştir.
Bütün bu söylenenleri aslında bir tek noktada toplamak da mümkün: “İslamcı”lardan kimi fötr şapka giyerken, kimi onu giymeyi küfür alameti olarak görmüştür ve bunun için onların tümü aynı kefeye konamaz…
16 Temmuz 2002 – Milli Gazete