Allah Teala Geleceği Bilmez Mi?

Ebubekir SifilAbdülaziz Bayındır, Şahıslar

Sunuş

“Gündem oluşturmak”, “kendinden bahsettirmek”, “izlenme oranını artırmak”… İslamî meseleler artık bu “dürtü”ler eşliğinde çıkılan kitlelerin önünde konuşuluyor, tartışılıyor ne yazık ki! Gelip meselenin tam merkezî noktasına yerleşmiş bir “tatmin hissi”, bir “farklılık fetişizmi” söz konusu. Tam da İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin “şehvetu’z-zuhûr” dediği durum! Görünür olma, kendinden bahsettirme, gündem olma şehveti… Neylersiniz ki “piyasa”da bu markadan mebzul miktarda mevcut…

Abdülaziz Bayındır da bu markadan… Pavlus’un, “Şam vizyonu” sonrasındaki sırlı yıllarıyla Kristoloji söylemi arasındaki irtibatı keşifte, fetvahaneden züccaciye dükkânına evrim geçiren Abdülaziz Bayındır’ın serencamı açıklayıcı olur mu; işin bu yanı daha ziyade “şifre çözücü”lerin ilgi alanını teşkil ediyor… [1]Bu yazı, Abdülaziz Bayındır’ın “Allah Teala’nın ilmi” ve  “kader” konusundaki görüşlerinin tenkidinden oluşan ve telifi devam eden kitap … Continue reading

Ama bir nokta kesin: Yıllardır beklediği, hazırlandığı bir rolü oynama fırsatı yakalamış olmanın verdiği tatmin hissinin yüzünden okunmasına mani olamayacak kadar kendini rolüne kaptırmış aktörün ruh durumunu okuyoruz Abdülaziz Bayındır’ın yüzünden. “İşte” diyor lisan-ı haliyle, “ben de konuşuyorum ve gündem oluyor. Ben de konuşuluyorum; insanlar bana cevap yetiştirmek için sıraya giriyor. Daha önce neredeymişim?!..”

Konuşuyor Abdülaziz Bayındır; Kur’an’dan konuşuyor. Çoğu kere ayet ve sureleri karıştırsa da, “söylediklerini ayetlere dayandıran adam” imajı oluşturmaya özellikle dikkat ediyor. Arada bir acemi sürücü gibi duvara tosluyor, sonra çabucak geri vitese takıp mevzuyu toparlıyor… Bir de ellerini kullanma tarzındaki ve mimiklerindeki acemilik tabii… Birileri onu vakit geçirmeden Yaşar Nuri Öztürk’e götürmeli…

Kur’an’dan konuşuyor dediysem, “Kur’an’da ne varsa onu aktarıyor” demedim. Kur’an ayetlerine, kendi hevasına göre verdiği anlamlarla teyit ettiriyor sözlerini! Zihniyet atalarının tarih içinde yaptığını acemice, ama büyük bir ihtirasla tekrarlıyor. Önce –tıpkı tanrısı gibi– karar veriyor, sonra birtakım ayetlere o kararı destekler anlamlar yüklüyor. Kararına ters düşen ayetler mi var? Mesele değil Abdülaziz Bayındır için. O ayetlere tarih boyunca herkes tarafından yanlış anlamlar verildiğini söylemek, hatta “sözlüklerle oynandığını” söylemek onun için sıradan işler…

Evliyanın kerametini inkâr ediyor Abdülaziz Bayındır; ama kendisi her gün bu kabil yeni harikuladelikler sergiliyor. Kendisini izleyenler, bu kadar anormalliğin tek bir bünyeden ifrazının ancak böyle bir normal-dışılıkla mümkün olabileceğini ibretle seyrediyor…

Kur’an-ı Kerim’in “kelamullah” olduğu gerçeği bir kere de Abdülaziz Bayındır’ın serencamında tezahür ediyor. “Kendisine hidayet belli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet ederek mü’minlerin yolundan ayrılan”ların[2]4/en-Nisâ, 115. maruz bulunduğu “hızlân”, ibret nazarıyla bakmayı bilenler için ayan-beyan ortada…

“Allah imtihan gereği olan şeyleri bilmez” diyor Abdülaziz Bayındır ne dediğini çok da bilmeden. Böyle keskin bir hüküm cümlesi kurarken tutarlı bir fikir örgüsü ve sıkı bir dirayet mi ortaya koyuyor? Kat’î aklî ve naklî delillerle isbatı yapılmış küllî bir bakış açısı mı var önümüzde? Ne gezer!.. İşine yarayacağını düşündüğü birkaç ayetin zahir anlamından başka bir şey yok Abdülaziz Bayındır’ın elinde! Dönüp dönüp onları tekrarlıyor. Bunca sene delalet mebhasleri ile haşır-neşir olmuş olması gereken birisi, böyle “küllî” bir meseleyi hiçbir Usul zeminine oturtmadan, kat’î aklî ve naklî delillere dayandırmadan, bilhassa ilgili naklî delillerin tamamını bahse konu etmeden sadece bir-iki kelimenin zahir anlamı üzerine bina etmekte hiçbir sakınca görmüyorsa hem ortaya koyduğu inanç, hem tanımladığı tanrı, hem kendisi, hem de takipçileri bakımından son derece ciddi sıkıntıların bahis konusu olması tabiidir.

Kendi ilkel yaklaşımlarının “vahyin muktezası” olduğu vehmiyle kendileri dışındaki herkesi tekfir eden Haricîleri görüyoruz Abdülaziz Bayındır’ın serencamında. Onların çağdaş versiyonu olarak arz-ı endam ediyor adeta. Ama hakkını yemeyelim, bir önemli farkı var Haricîlerden: Onlar –tıpkı Ümmet’in geri kalanı gibi– bütün noksan sıfatlardan münezzeh, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf Allah-u Zülcelal’e iman ediyordu. Bizimki ise yarattığı insanın yarın ne yapacağını bilmeyecek kadar cahil, “büyüdüğünde kötü şeyler yapabilir korkusuyla” günahsız bir çocuğu öldürecek kadar zalim bir tanrıya inanıyor!

Ürküntü verici iddiaları dolayısıyla birçok kişi tarafından uyarıldı Abdülaziz Bayındır. Ancak o, Ümmet-i Muhammed’in akidesini muhafaza ve müdafaa adına kendisine yapılan bu tenkitler/uyarılar içinden cımbızlama metoduyla seçtiği birkaç mesele etrafında mugalatayla cevap veriyormuş gibi yapmayı tercih ederek yuvarlandığı bataklıkta debelenmekte ısrarlı. Benim burada yazdıklarım hakkında da aynı şeyi yapacağını tahmin etmek zor değil. Dolayısıyla bu yazı onu “ikna etmek” gibi bir amaç taşımıyor. Yol açtığı büyük mefsedet konusunda sessiz kalmanın en az o mefsedet kadar büyük bir vebal olduğu gerçeği karşısında bir görevi yerine getirme ve bir vebalden kurtulma saikiyle kaleme alınan bu satırlar, basiretini kaybetmemiş insanlar için hakikati gösteren bir işaret levhası olabilirse benim için maksat fazlasıyla hasıl olmuş demektir.

Allah Teala’nın İlmi Neleri Kuşatır?

Abdülaziz Bayındır’ın, tanrısının cehaleti konusundaki keşfine, internete düşen bir telefon kaydı vesilesiyle haberdar olduk.[3]Bir okuyucusuyla aralarında şöyle bir konuşma cereyan ediyor: Soru: (…) Siz diyormuşsunuz ki, Allah bir kimsenin, evlenene kadar kiminle evleneceğini bilmez. A.B: Onu ben demiyorum; … Continue reading

Konuşmasında öne çıkan birkaç nokta var:

  1. Allah Teala bizim kiminle evleneceğimizi bilmez.
  2. Bunu önceden “kararlaştırmışsa” şununla evlen, bununla evlenme diye emretmesinin bir anlamı kalmaz.
  3. Mezhep imamlarının Kur’an-ı Kerim’le alakaları yoktur.
  4. Kader bir iman esası (değilken sonradan böyle) olmuş.

Abdülaziz Bayındırın bu konuşmada delil olarak gösterdiği ayetleri aşağıda zikredeceğim. Kur’an-ı Kerim’de onlarla benzer muhtevada başka pek çok ayet mevcuttur. Onları da bu bağlamda zikrederek meselenin mahiyetini tahlile geçeceğim. (Bu çalışmadaki ayet mealleri, Abdülaziz Bayındır’ın, ayetlere genellikle doğru mana verdiğini söylediği Prof. Dr. Süleyman Ateş’ten alınmıştır.)

[arabic-font] 1. وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتى كُنْتَ عَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذينَ هَدَى اللّٰهُ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضيعَ ايمَانَكُمْ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ [/arabic-font]

“Biz, Elçi’ye uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğin Kâbe’yi kıble yaptık. Bu, Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.”[4] 2/el-Bakara, 143. [arabic-font] 2. اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمينَ اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ ويَعْلَمَ الصَّابِرينَ [/arabic-font]

“Eğer size bir yara dokunduysa, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler… onları biz insanlar arasında çevirip dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazen ötekine). Allah inananları ortaya çıkarmak, sizden şehidler edinmek için (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zalimleri sevmez. Ve inananları iyice özleştirmek, kâfirleri de mahvetmek için (günleri insanlar arasında böyle çevirmektedir). Yoksa siz, Allah, içinizden cihâd edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”[5]3/Âlu İmrân, 140-2. [arabic-font] 3. وَمَا اَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِاِذْنِ اللّٰهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنينَ وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ نَافَقُوا [/arabic-font]

“İki topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelen, ancak Allah’ın izniyle olmuştur ki (O), inananları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın).”[6]3/Âlu İmrân, 166-7. [arabic-font] 4. يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللّٰهُ بِشَیْءٍ مِنَ الصَّيْدِ تَنَالُهُ اَيْديكُمْ وَرِمَاحُكُمْ لِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ فَمَنِ اعْتَدٰى بَعْدَ ذٰلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ اَليمٌ [/arabic-font]

“Ey inananlar, Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin (görmeden Allah’a inanıp O’ndan korkanlar ortaya çıksın, bilinsin). Kim bundan sonra saldırıda bulunursa onun için acı bir azap vardır.”[7]5/el-Mâide, 94. [arabic-font] 5. اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه وَلَا الْمُؤْمِنينَ وَليجَةً وَاللّٰهُ خَبيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ [/arabic-font]

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad eden ve Allah’tan, Elçisinden ve mü’minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden,[8]Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan ayetlerdeki ilgili ifadelerin ardından parantez içi açıklamalar yapan Ateş’in burada böyle yalın bir ifade kullanması ilginç bir … Continue reading bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.”[9]9/et-Tevbe, 16. [arabic-font] 6. لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْميزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَاَنْزَلْنَا الْحَديدَ فيهِ بَاْسٌ شَديدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِ اِنَّ اللّٰهَ قَوِىٌّ عَزيزٌ [/arabic-font]

“Andolsun biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok yararlar bulunan demiri indirdik ki Allah, kimin (ondan yararlanarak) gaybda (görmediği halde) kendisine ve elçilerine yardım edeceğini bilsin, (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.”[10]57/el-Hadîd, 25.

Ayetlerin delaleti

Abdülaziz Bayındır bu ayetlerden hareketle şunları söylüyor:

“(…) Biraz daha detaya indiğimiz zaman, şimdi yaptığımız her şey Cenab-ı Hak tarafından ezelden takdir edilmiş! Yazılmış belirlenmiş. Şimdi yaşıyoruz ve meydana geliyor. Biz bu dünyaya gelmeden bunlar yazılmış. Cennete giden cennetlik yazılmış, cehenneme giden cehennemlik yazılmış! O zaman bu dünyanın hiçbir anlamı kalmıyor. Allah Teala’nın Resul göndermesinin de bir manası kalmıyor.

Buna karşılık deniyor ki: “Canım, bu Allah Teala’nın ilmidir. Allah’ın ilminin böyle olması bizim öyle davranmamızı gerektirmez.”

E peki, o zaman “Allah’ın ilmine aykırı bir davranış gösterebilir miyiz?” dediğiniz zaman, “hayır” diyorlar. E, gösteremezsek… N’oldu?..

“Efendim biz Cebriye gibi düşünmüyoruz… Cebriye, insanı rüzgârın önündeki gazel gibi düşünüyor…”

Yahu ne fark ediyor ki? Yani Allah’ın ezelden yazdığı meydana gelir diyorsanız, ister Cebriyeyim de, ister deme. Netice aynıdır, değişen bir şey yok…

Neticesi belli olan bir imtihanı Cenab-ı Hak niye yapar? Ne gerek var ki? O zaman bir kısmımızı cehennemlik yaratsaydı, doğrudan doğruya cehennemin içinde yaratsaydı, bir kısmımızı da doğrudan doğruya cennette yaratsaydı… Bu dünyanın ne anlamı var?

Böle olduğu zaman da insanlar ne diyor? “E ne yapalım, kaderim böyleymiş” diyor. Başarısızlık Cenab-ı Hak’ka fatura ediliyor. Başarı olursa, kendisi başarmış oluyor. (…)

Tevbe 16: “Allah sizin cihad ettiğinizi bilinceye kadar terk edileceğinizi mi zannediyorsunuz? Allah ve Rasulü dışında ve mü’minler dışında samimi dost edinip edinmediğinizi öğreninceye kadar, Allah öğreninceye kadar serbest bırakılacağınızı mı düşünüyorsunuz?” “Lemmâ ya’lemillâh” deniyor. “Lemmâ”; Arapçada cahd-ı mustağrak derler. Yani geçmişte olmadı, ama bundan sonra olabilir. Manası budur. Yani Allah şimdiye kadar bilmedi. Bundan sonra bilebilir. Sizden cihad edenleri Allah bilinceye kadar…” (…)

Hadid, 25: “Allah bilsin diye” diyor. “Allah’ın dinine kimin yardım edeceğini Allah bilsin diye”… “Ve Rasullerine kim yardım edecek, onu bilsin diye”…

Al-i İmrân, 140: Burada Allahu Teala Uhud savaşıyla alakalı diyor ki: “Size bir yara dokunduysa, bunun benzeri bir yara da Mekkelilere dokunmuştu. Biz bu günleri insanların arasında dönüp dolaştırırız. Bunu Allah mü’minleri bilsin diye yaparız ve sizden şahitler alsın diye. Allah zalimleri sevmez.”

Ondan sonra: “Allahu Teala iman edenleri temizlesin, yaptıkları amelden dolayı ve kâfirleri de helak etsin diye yapmıştır.”

“Allah sizden cihad edenleri öğrenmeden, sizden sabredenleri öğrenmeden cennete gideceğinizi mi zannediyorsunuz?” diyor.

Allahu Teala insanları imtihan ettiği için… İnsanları öyle bir vasıfta yaratmış ki, bu insanlar kendi başlarına müstakillen bir konuda karar verir, onu uygulamaya koyarlar. Yani Allahu Teala bizim içimize bir program koymamış, ki o programa göre hareket edelim.. Öyle değil. Allahu Teala bizi yaratmış, bizim iyiliği de kötülüğü de tercih edip yapabileceğimiz güçte olmamızı da takdir etmiş, yani o ölçüyü de koymuş, o şekilde bu dünyaya göndermiştir.

(…)

Şimdi bu gelenekte insanlar “Allah gelecek her şeyi biliyor (diyorlar). E peki niye imtihan yapıyor? Allah benim kiminle evleneceğimi biliyor. Peki, niye bana diyor ki: Şu şu kadınlarla evlenmen haramdır. Evleneceğinde şu şu özellikler olsun! Niye diyor?

O mantıkla Kur’an’ın hiçbir anlamı kalmaz. O mantıkla hayatın hiçbir anlamı kalmaz, Rasul’ün gelmesinin hiçbir anlamı kalmaz…[11]http://www.youtube.com/watch?v=o0eMiQCftAg

Evet, Abdülaziz Bayındır, bu alıntının ortaya koyduğu mantık çerçevesinde mezkûr ayetlerdeki “alime-ya’lemu” fiilinin mütebadir (akla ilk gelen) ve zahir anlamını esas alıyor ve ayetlerde zikredilen hususların Allah Teala tarafından önceden bilinmediğini/bilinemeyeceğini ileri sürüyor. Ona göre insanlar bir fiil işleyecekler ki Allah Teala da onların ne yapacağını bilsin, öğrensin! Onlar içlerindekini dışa vuran eylemlerde bulunmadıkça Allah Teala onların gerçek yüzünü bilemez!

Bir “fıkıhçı”nın hal-i pür melali!

Akademik kariyerini fıkıh alanında yapmış birisinin düştüğü şu ibret dolu hale bakın! Fıkıh, “anlama” üzerine kurul bir sistemdir! Ve bu zat Kur’an-ı Kerim’i herkesten daha doğru anladığı iddiasıyla ortada arz-ı endam etmektedir![12]Bu vehim Abdülaziz Bayındır’ı “bütün dünyaya” meydan okuyacak kadar etkisi altına alabiliyor. Şu ifadelerin sahibinin ruh durumu hakkında neler söylemek gerektiğini … Continue reading

Burada Abdülaziz Bayındır iki noktada hayatî hata işliyor:

A. İlgili ayetler Abdülaziz Bayındır’ın anladığı gibi anlaşılacak olursa buradan Allah Teala’nın “insanların gelecekte ne yapacağını bilmediği” değil, öncelikle “insanların içindekini/kalbindekini bilmediği” sonucu çıkar.[13]Bu tarz ifadelerin bir mü’minin kaleminden/dilinden sadır olamayacağının farkındayım ve bu cümleler için milyonlarca kere istiğfar ederim. Ancak ne çirkin bir münkerle karşı … Continue reading Zira iddiasına göre Allah Teala kısaca kimin samimi şekilde iman ettiğini ve kimin samimiyetsiz/inkârcı olduğunu, bu ayetlerde zikredilen birtakım olaylar üzerine verdikleri/verecekleri tepkilere bakarak anlayacaktır/bilecektir!! Hal itibariyle her birinin içinde saklı bulunan bir şey (iman ya da küfür) mevcuttur. Ancak Allah Teala bunu bilebilmek için onlara, içlerindekini dışa vuracakları birtakım imtihanlar yaşatacak, o imtihan neticesinde kimin ne olduğu fiilen ortaya çıkacak ve ancak böylece onların gerçek yüzü/içlerinde sakladıkları Allah Teala tarafından bilinebilecektir!!

Oysa insanın fiili/davranışı, esasen içinde mevcut bulunan inancın, düşüncenin, tasarının, azmin… azalarla dışa vurulup ortaya konulmasından ibarettir. Söz gelimi cihadda sebatkâr davranıp, cihadın güçlüklerine samimi bir şekilde göğüs geren mü’minin bu davranışı, içinde mevcut bulunan sorumluluk duygusu ve cihadın faziletiyle ilgili inançtan kaynaklanır. Derûnunda böyle bir inanç ve duygu bulunmayan bir kimsenin cihada iştirak etmesi, etse de sebatkâr davranıp kendisinden bekleneni yerine getirmesi mümkün değildir.

Burada muhtemel bir itiraz olarak şöyle denebilir: “Cihad konusunda bir mü’minde bulunması gereken inanç ve düşünceye sahip olduğu halde, bir kimse, cesaret eksikliği sebebiyle cihada iştirak edememiş veya düşman önünden kaçmış olabilir.”

Hemen söyleyelim ki, bu itiraz öncelikle Abdülaziz Bayındır’ın tanrısına yönelir. Zira o tanrı, insanların dışa vuracakları fiillere bakarak onlar hakkında “karar vermek”ten başka bir şey yapamayacak derecede acizdir! Dolayısıyla yeterli cesarete sahip mü’minle cihad konusunda mü’minlerin inandığı hiçbir şeye inanmayan münafığı birbirinden ayırması mümkün değildir.

Abdülaziz Bayındır ve onunla aynı derekede bulunanlar insanları öyle bir tanrıya inanmaya çağırıyor ki, o tanrı, iman etmediği halde, sırf gösteriş/riya için veya nifak hilesi olarak cihada iştirak edip cesaretle savaşan bir münafıkla, yeterli cesarete sahip olmadığı için cihada iştirak edemeyen veya etse de cihadda yararlılık gösteremeyen mü’mini birbirinden ayıramayacak kadar cahil ve zavallı! O tanrı insanların kalbinde bulunanı bilmediği için münafığa mü’min muamelesi yapacak ve onu cennete sokacak, mü’mini ise münafık zannedip cehenneme atacak!!

Buradan varılması gereken zorunlu netice şudur: Abdülaziz Bayındır, ahiretini berbat edecek o cümleleri kurarken, delil diye ileri sürdüğü ayetlerde ne anlatıldığından habersizdir ve sapla samanı birbirine karıştırmaktadır. Bu ayetler, insanların, imtihana tabi tutulmadan ne yapacağının Allah Teala tarafından önceden bilinmediğine değil, Abdülaziz Bayındır’ın Kur’an’ı anlama konusundaki nasipsizliğine delalet eder.[14]Aşağıda gelecek olan 2. maddede bu noktayla ilgili detaylı açıklama yapılacaktır.

B. Abdülaziz Bayındır, mezkûr ayetleri, konuyla ilgili ayetler bütününün içinden cımbızlayarak almıştır ve –tanrısının cehaletini ispatlamak için– Allah Tela’nın bizim “gelecek” olarak ifade ettiğimiz zamansallığı da –tıpkı “hal”i ve “geçmiş”i bildiği gibi– bildiğini açıkça anlatan ayetleri gündeme getirmemektedir. (Söz konusu ayetleri ilerleyen sayfalarda tadad edilmiş olarak bulacaksınız.) Eğer bunu bilerek-isteyerek yapıyorsa Allah Teala’nın ve lanet edicilerin lanetine müstehak ve muhataptır.[15]Bkz. 2/el-Bakara, 159. Bilmeden yapıyorsa, o da tıpkı tanrısı gibi cahildir ve bilmediği bir konuda ahkâm kestiği için Allah hakkında bilmediklerini söyleyenlerin durumuna düşmüştür.[16]Bkz. 2/el-Bakara, 80, 169; 3/Âlu İmrân, 66; 7/el-A’râf, 28, 33;

Bu vahim hataların hangisini alırsanız alın, sizi, sahibinin zihin ve ruh durumu hakkında ciddi anlamda endişe verici bir problem bulunduğu hakikatine götürecektir. Dolayısıyla Abdülaziz Bayındır’ın bu serüveninin “hızlân”dan başka bir finale çıkması muhaldir…

Kur’an’daki Her Kelime Her Yerde Aynı Anlamı İfade Etmez

1. Abdülaziz Bayındır’ın, iddiasına delil diye ileri sürdüğü, daha doğrusu “istismar ettiği” ayet-i kerimelere yakından baktığımızda şunu görüyoruz:

A. İddia, bu ayetlerde geçen ve “ilim/bilme” kökünden türemiş bulunan kelimeler üzerine bina edilmektedir. Haricîlerin tutumunu çağrıştıran bu iddianın altında şöyle bir ön kabul bulunduğu anlaşılıyor: “İlim” ve türevi kelimeler Kur’an’da her geçtikleri yerde aynı anlamı ifade eder.

Bunun hiçbir Usul ilkesiyle açıklanamayacak, son derece ilkel, sığ ve seviyesiz bir tutum olduğu açıktır. Zira bir kelimenin Kur’an’da farklı bağlamlarda da geçse muttarit olarak aynı anlamı ifade ettiği iddiasının Kur’an’dan refere edilmesi mümkün değildir.

İki örnek:

a. Hüdâ/Hidâyet

Kur’an’da bu kelime, farklı bağlamlarda farklı anlamlara gelmektedir. Söz gelimi “Semûd’a gelince, biz onlara hidayeti gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler…”[17]41/Fussılet, 17. ayetinde geçen “hedeynâhum” kelimesi, “hidayet verdik/hidayete erdirdik” anlamında değil, “hidayeti gösterdik” anlamındadır. Aksi halde Semûd kavmini Allah Teala’nın hidayete erdirdiğini, ancak buna rağmen onların hidayeti terkle körlüğü tercih ettiğini söylemek gerekecektir. Oysa Kur’an’ın ilgili anlatımlarının hiç birisinde Semûd kavminin hidayete erdikten sonra tekrar körlüğe/küfre düştüğü zikredilmez ve esasen “Allah her kime hidayet ederse, artık onu saptıracak (bir güç) yoktur.”[18]39/ez-Zümer, 37.

Buna mukabil, “Şüphesiz sen sevdiklerine hidayet veremezsin. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir”[19]28/el-Kasas, 56. ayetinde geçen ve aynı kökten gelen “tehdî/yehdî” kelimeleri, açık olduğu üzere “hidayet verir/sin” anlamındadır.

b. Ihsân/Muhsın/Muhsan(ât)

“Ahsane” fiilinden masdar, ism-i fâil ve ism-i mef’ul kalıplarında gelen bu kelime, 4/en-Nisâ, 24. ayetinde “evli kadınlar” (muhsanât) ve “iffetli erkekler” (muhsınîn) anlamındadır.

Bilhassa kadınlar bağlamında, evli olduğu için başkasıyla evlenmesi haram olan kadınlar anlamındaki “muhsanât” kelimesi, bir sonraki ayette “Sizden, iffetli (muhsanât) mü’min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse…”[20]4/en-Nisâ, 25. cümlesi içinde de geçmektedir ve fakat burada, “evlenilemeyecek” kadını değil, tam tersine “evlilik için öncelikle tercih edilecek” hür bekâr mü’min kadını anlatmaktadır.

Bu kadar da değil; aynı ayet (4/en-Nisâ, 25) içinde ikinci kere geçen “muhsanât” kelimesi, ikinci yerde “iffetli cariye”yi anlatmaktadır.

Aynı kökten gelen kelime, birbirini izleyen gelen iki ayette “evli kadın”, “iffetli erkek/kadın”, “hür mü’min kadın” anlamlarına gelmekte, hatta aynı kelime (muhsanât), peş peşe gelen iki ayette üç farklı anlam (evli kadın, hür mü’min kadın, iffetli cariye) ifade etmektedir.

Kur’an’daki her kelimenin her geçtiği yerle yalın olarak aynı anlamı ifade etmediğine hiç şüphesiz daha başka örnekler de verilebilir. Ancak zikrettiğim örnekler maksadı hasıl etmek için yeterli olduğundan burada başka örneklere yer vermeyeceğim.[21]”Dua”, “salât”, “zikir”, “belâ/ibtilâ” ve daha birçok kelime/kavram böyledir. er-Râğıb el-İsfehânî’nin el-Müfredât’ına … Continue reading

“İlim” kelimesine gelince;

[22] a. وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فى هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَلَئِنْ جِئْتَهُمْ بِاٰيَةٍ … Continue reading“Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali getirip anlattık. Onlara bir ayet getirdiğin zaman inkâr edenler: ‘Siz (geleneklerimizi) iptal edenlerden başka bir şey değilsiniz’ derler. İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler.”[23]30/er-Rûm, 58-9.

Buradan şunu mu anlamalıyız: Allah Teala, “bilmediği için” iman etmemiş olan kimselerin kalplerini mühürlemekle, onların elinden iradelerini de almıştır. Eğer böyleyse, onların, bilmemeye dayanan inkârları sebebiyle mazur salmaları gerekmez mi?

Böyle bir şey söz konusu olamayacağına göre, buradaki “bilmeme”yi nasıl anlamamız gerekiyor?

Şüphe yok ki, burada söz konusu edilen kimseler, “bilmedikleri” bir şeyi değil, “bildikleri” bir şeyi inkâr etmektedirler. Dolayısıyla ikinci ayetteki “bilmeyenler” ifadesini, “hakikatin, söyledikleri gibi olmadığını bilmeyenler” tarzında –takdirî ifadelerle– açımlanması kaçınılmaz olacaktır.

Bu da bizi şu noktaya götürecektir: Burada ayeti gereği gibi anlamak için takdiri ifadelere başvurmak kaçınılmaz oluyorsa, bizzat Allah Teala hakkında geçen “bilsin diye/bilmek için”… tarzındaki ayetlerin, takdirî ifadelerle açımlanması evleviyetle gerekli olacaktır!

[arabic-font]b. الَّذينَ كَذَّبُوا بِالْكِتَابِ وَبِمَا اَرْسَلْنَا بِه رُسُلَنَا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ[/arabic-font] ayetinde[24]40/el-Mü’min, 70. peygamberlerin (hepsine salat ve selam olsun) getirdiği hakikati yalanlayanların “bileceği” haber veriliyor. Acaba bu yalanlayıcılar neyi “bilecekler”dir? Bu sorunun bir tek cevabı vardır: Onlar, peygamberler vasıtasıyla kendilerine tebliğ edilen hakikatleri ve bu cümleden olarak ahireti yalanlamaktadır. Yani onlar, bilmedikleri bir hususu değil, peygamberlerin tebliğ ettiği, dolayısıyla bilgi sahibi oldukları bir hususu yalanlamaktadırlar. Öldükten sonra diriltilip de cehennem azabını müşahede ettiklerinde, dünyadayken yalanladıkları şeyin gerçek olduğunu anlayacaklardır.

Abdülaziz Bayındır’ın yaptığı gibi bu ayete, “Onlar bilmedikleri bir şeyi ahirette bilir hale gelecekler/bilecekler” anlamı verdiğimizde, onların, bu “bilme” fiillerinin konusunu teşkil eden şey(ler)i esasen dünyada bilmedikleri gibi bir netice çıkar ki, bu da peygamberlerin onlara hak ve hakikati tebliğ etmediği, sonucuna götürür. Bu durumda da onların ahirette azap görmesini açıklamak imkânsızlaşır!

Dolayısıyla bu ayetteki “bilme” fiili, inkârcıların evvelce bilmedikleri/cahili oldukları şeyleri bilmesi/öğrenmesi anlamında değil, esasen bilgi sahibi ve haberdar oldukları şeyleri (ve bu cümleden olarak ahiret hayatını/azabı) bilfiil görerek, hakikat olduğunu tadarak anlaması anlamındadır.

[arabic-font] c. واِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بى مَا لَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا [/arabic-font] ayetinde[25]29/el-Ankebût, 8. geçen “ilim” kelimesi de böyledir. Ayet, ana-babasına güzel muamele etmekle emrolunan insanın, herhangi bir şeyi Allah Teala’ya ortak koşmaya zorlayan ana-babasına itaat etmemesi emir buyrulmaktadır. Burada geçen “li tüşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun” ifadesinin birebir çevirisi, “hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadığın şeyi bana ortak koşman için”dir.

Bir kimsenin bir varlığı Allah Teala’ya ortak koşmasını isteyen, o varlık hakkında asgari seviyeden de olsa bilgi sahibi olur. İnsana, “hiç bilmediğin bir şeyi Allah’a ortak koş” denilemeyeceğine, bir inanç sistemine bu şekilde davet yapılamayacağına göre, ortak koşulması istenen varlık/lar hakkında ortak koşanlarda mutlaka şöyle veya böyle bir bilgi mevcuttur. O bilgi, ortak koşması istenen insana da aktarılır ve “Şu şu sebeplerle şu putu, şu yıldızı… ilah edin; o şöyle şöyledir” gibi bir mantıkî gerekçe ile söz konusu şirk makul/makbul hale getirilmeye çalışılır.

Dolayısıyla zahir ifadesi, “hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın varlıkları Allah’a ortak koşma” tarzında olan bu ayetin mesajı şudur: “İlah oldukları/olabilecekleri konusunda vahye dayalı hiçbir bilgi bulunmayan varlıkları Allah’a ortak koşma.”

Aksi düşünüldüğünde, insanın, “hakkında ilgi sahibi olduğu varlıkları ortak koşabileceği” gibi bir sonuç çıkar ki, bunun aklı başında hiç kimseden sadır olmayacağı izahtan varestedir. 40/el-Mü’min, 42. ayetinde de anı durum mevcuttur.

[arabic-font] d.  لِیُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذى يَخْتَلِفُونَ فيهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ كَفَرُوا اَنَّهُمْ كَانُوا كَاذِبينَ [/arabic-font]

“(Allah ölüleri diriltecek ki) ihtilaf ettikleri şeyi kendilerine açıklasın ve kâfirler ne yalancı kimseler olduklarını görsünler.”[26]16/en-Nahl, 39.

Bu ayette kâfirlerin, haberdar oldukları bir şeyi (öldükten sonra dirilme, mükâfat ve azap) inkâr ettikleri, ancak diriltildikten sonra bu inkârlarında hakikat üzere olmadıklarını bilecekleri ifade buyurulmaktadır. Mealde “görsünler” kelimesiyle verdiğimiz kelime “liya’leme”dir ve lafzî çeviri “bilsinler diye”dir. Ancak açıktır ki onlar, hakkında hiç bir şekilde bilgi sahibi olmadıkları bir şeyi değil, haberdar kılındıkları bir şeyi inkâr ediyorlar. Yani ahiret, azap ve mükâfat konusunda bilgileri var; ancak tasdik etmiyorlar. Öldükten sonra diriltildikleri zaman, inkârlarının hakikate aykırı olduğunu fiilen görerek anlayacaklar. Dolayısıyla buradaki “bilme” fiilinin, “hakkında bilgi sahibi olduğu bir şeyi bilfiil görerek ‘aynel yakîn’ bilme”yi anlattığını söylememiz gerekiyor.

Bu örneklere daha başkaları da eklenebilir. Ancak zikrettiklerimiz maksadı izaha kâfidir. Bu ayetlerden ortaya çıkan gerçek şudur: Bunlarda ve benzer muhtevadaki diğer ayetlerde “bilme” fiilinin konusunu teşkil eden durumların “hiçbir şekilde” bilinmediğini söylemek mümkün değildir. Ayetlerde söz konusu edilen hususlarda muhataplar, bir miktar, bir boyutuyla, bir tarzda… bilgi sahibidir. Ayetlerde ifadesini bulan “bilme” ise, önceden mevcut olan bilgi üzerine ilave bir boyut getirmektedir.

Dolayısıyla Abdülaziz Bayındır’ın iddiasına delil diye ileri sürdüğü ayetlerde geçen ve lafzî/zahirî anlamı “(Allah Teala) bilsin diye/bilmek için…” şeklinde verilebilecek olan fiillerin de Allah Teala tarafından “mutlak olarak bilinmeyen” hususları değil, “kuvve halindeyken/ilmel yakîn” bilinen hususların, kuvveden fiile intikali ile birlikte “görerek/aynel yakîn bilme” durumuna intikalini anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.

Allah Teala İnsanın Niyetini, Kalbinde Sakladığını, İçinden Geçirdiğini Bilir

2. Abdülaziz Bayındır’ın inandığı tanrıyı bilemem, ama Kur’an-ı Kerim’in bize tanıttığı Alemlerin Rabbi Yüce Allah Alîm’dir, Habîr’dir; insanın içini, kalbini, niyetini, en gizli sırlarını, hatta ondan da gizlisini (“ahfâ”) bilir. Bir diğer anlatımla Allah Teala, kimin niyetinin halis, kimin niyetinin bozuk olduğunu; kimin iman, kimin küfür üzere bulunduğunu bilmek için insanları imtihandan geçirmeye ve bunun neticesinde kimin nasıl davranacağını gözleyerek onlar hakkında “karar vermeye” muhtaç değildir. Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı böyle bir acziyet ve ihtiyaç içinde bulunabilir; Yüce Allah’ı böylesi noksanlıklardan tenzih ederiz.

Abdülaziz Bayındır öyle bir tanrıya inanıyor ve insanları da inanmaya çağırıyor ki, o tanrı insanların içinden geçeni bilmiyor! Dolayısıyla insanların niyetini de bilmiyor! Bu demektir ki Abdülaziz Bayındır’ın tanrısını kandırması pekala mümkün! O tanrıya inandığını söyleyenler, içlerinden başka tanrılara da inanabilirler. Hatta putperest olabilirler. Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı tamamen insanların kalbinde oluşup gelişen ve dış dünyaya hiçbir şekilde aksetmeyebilen riya, haset, kin… gibi duygulardan da habersizdir. Bu türlü “kalbî fiiller” hakkında hiçbir bilgisi olamayacağı için, bu gibi günahların hesabını sorması, ya da kullar itiraf etmedikçe bu günahların farkına varması ve onları affetmesi söz konusu değildir!

İman ve küfür de esasen “kalbî fiiller” olduğu için o tanrının kimin mü’min, kimin kâfir olduğunu bildiğinden de elbette söz edemeyiz.

Bizler, bütün amellerimizin “niyet”e bağlı olduğunu, niyetsiz bir fiilin hiçbir şekilde sevap getirici bir “amel” olamayacağını bilir, buna inanırız. Bu sebeple “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştur Efendimiz (s.a.v).[27]el-Buhârî, “Bed’u’l-Vahy”, 39, “Itk”, 6…; Müslim, “İmâre”, 155…

İçinden geçirdiklerini bilmeyen bir tanrıya inanan Abdülaziz Bayındır’a göre mesele yok; isterse riyakârlık yapabilir, isterse tanrısına şirk koşabilir. İsterse ona inandığını söylediği halde kalbinden başka tanrılara inanabilir. Dışa vurmadıkça, içinde sakladıkça mesele yok!..

Sözü daha fazla uzatmadan Allah Teala’nın içimizden, kalbimizden geçirdiklerimizi bildiğini anlatan ayetlere geçelim.[28]el-Buhârî, “Bed’u’l-Vahy”, 39, “Itk”, 6…; Müslim, “İmâre”, 155…[29]Kur’an-ı Kerim’de bu noktaya açık biçimde delalet eden pek çok ayet-i kerime vardır. Burada bunların sadece bir kısmı zikredilecektir. [arabic-font] 1. وَاَسِرُّوا قَوْلَكُمْ اَوِ اجْهَرُوا بِه اِنَّهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ [/arabic-font]

“Sözünüzü ister gizleyin, ister onu açığa vurun (fark etmez); çünkü O, göğüslerin özünü bilir.”[30]67/el-Mülk, 13.

İnsanın sadece “ne dediğini” değil, “ne demek istediğini”, hatta “neyi demeyip içinde sakladığını”, dış aleme aksettirmeyip içinde sakladığını bilmek için Allah Teala, insanın “konuşma” fiili işlemesine muhtaç değildir. Bu ayet-i kerime bunu –anlama yeteneğini kaybetmemiş olanlar ya da kalbini gerçeğe kapatmamış olanlar için– alabildiğine açık bir şekilde haykırmaktadır.

2. Şu ayet-i kerime de bunun bir benzeridir:

[arabic-font] سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ اَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِه وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِالَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ [/arabic-font]

“Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceleyin gizlenen de, gündüzün görünen de (O’nca) birdir. Hepsini bilir, görür. O’nun bilgisinden ve görmesinden hiçbir şey kaybolmaz.”[31]13/er-Ra’d, 10.

Burada dikkatimize sunulan iki husus var:

a. Allah Teala’nın bir şeyi bilmesi, o şeyin dış aleme intikaline/izharına bağlı değildir. Aklımızdan geçen düşünceler, dilimize gelip de söylemediğimiz sözler, kalbimizin derinliklerinde sakladığımız hisler… Bütün bunlar Allah Teala’ya ayandır. Allah Teala’nın bizim gerçek durumumuzu bilmesinin, bizim onu izhar etmemize bağlı olmadığı bundan daha açık nasıl anlatılır?

b. Bizim görmemiz birtakım şartların tahakkukuna bağlıdır. Biz bir şeyi görebilmek için, o şeyin bir ışık kaynağı tarafından aydınlatılmasına, o şeyin bizim görüş alanımız içinde olmasına, görebileceğimiz boyutlarda bulunmasına… ihtiyaç duyarız. Allah Teala ise bunların hiçbirisine ihtiyaç duymaksızın görür.

Kara taş üstünde kara karınca,

Karanlık gecede görene götür…

Bu beytin sahibi arif hemşehrisiyle yolları ayıralı çok olmuştur Abdülaziz Bayındır’ın. Ama o arif bir şeyin çok iyi farkındadır: Allah Teala bir şeyi “görmek” için onun bizim şart ve imkânlarımıza göre “görülebilir” olmasına muhtaç olmadığı gibi, bir şeyi “bilmek” için de aynı şekilde onun bizim şart ve imkânlarımıza göre “bilinebilir” olmasına muhtaç değildir!

[arabic-font] 3. يَعْلَمُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ وَاللّٰهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ[/arabic-font]

“Göklerde ve yerde bulunanları bilir, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir.”xxx]

Bu ayette Allah Teala’nın ilminin kuşatıcılığının, sadece somut varlıklar âlemine münhasır olmadığı, insanın gizlediğini zannettiği şeylerin dahi Allah Teala’ya ayan olduğu açık bir şekilde ifade buyurulmaktadır. Tabii ki “anlayana!”

[arabic-font] 4. وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا عيسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونى وَاُمِّىَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لى اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ لى بِحَقٍّ اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فى نَفْسى وَلَا اَعْلَمُ مَا فى نَفْسِكَ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ [/arabic-font]

“Ve yine Allah demişti ki: Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin? ‘Hâşâ’, dedi, ‘Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen!’ “[32]5/el-Mâide, 116.

Bu ayette Hz. İsa (a.s)’ın dilinden, Allah Teala’nın peygamberinin nefsinde/içinde/kalbinde olanı bildiği hakikati açıkça anlatılmaktadır. Şüphe yok ki Allah Teala’nın Hz. İsa (a.s)’ın nefsinde/içinde/kalbinde olanı bilmesi, aynı şeyin diğer peygamberler için de söz konusu olmasını gerektirir…

Nitekim bu hakikat Hz. İbrahim (a.s)’ın dilinden şöyle ifade buyurulmaktadır:

[arabic-font] 5. رَبَّنَا اِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْفى وَمَا نُعْلِنُ وَمَا يَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْ شَیْءٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فِى السَّمَاءِ [/arabic-font]

“Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Ne yerde ne de gökte herhangi bir şey Allah’a gizli kalabilir.”[33]14/İbrâhîm, 38.

Alemlerin Rabbi olan Allahu Zülcelâl, insanların gizlediğini de, açığa vurduğunu da bilir. Bunu Hz. İbrahim (a.s) da, O’nun milletine tabi olanlar da böyle bilir, böyle inanır. İçinde gizlediğini bilmediğini söylediği bir tanrıya inanan Abdülaziz Bayındır kimin milletindendir?

[arabic-font] 6. لَقَدْ رَضِىَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِنينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فى قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّكينَةَ عَلَيْهِمْ وَاَثَابَهُمْ فَتْحًا قَريبًا [/arabic-font]

“Allah şu mü’minlerden razı olmuştur ki, onlar, ağacın altında sana bi’at ediyorlardı, Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.”[34]48/el-Feth, 18. [arabic-font] 7. يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوّى وَعَدُوَّكُمْ اَوْلِيَاءَ تُلْقُونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءَكُمْ مِنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَاِيَّاكُمْ اَنْ تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ رَبِّكُمْ اِنْ كُنْتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَادًا فى سَبيلى وَابْتِغَاءَ مَرْضَاتى تُسِرُّونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ وَاَنَا اَعْلَمُ بِمَا اَخْفَيْتُمْ وَمَا اَعْلَنْتُمْ وَمَنْ يَفْعَلْهُ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبيلِ [/arabic-font]

“Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri, Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Elçi’yi ve sizi (yurdunuzdan) çıkardıkları halde siz onlara sevgi iletiyorsunuz. Benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıktığınız halde içinizde onlara sevgi (mi) gizliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.”[35]60/el-Mümtehıne, 1.

Bu ayetlerde Yüce Allah, mü’min kullarına, içlerinden geçeni bildiğini haber vermekte, zaman zaman teselli, zaman zaman övgü, zaman zaman ikaz ve ihtar bağlamında bu gerçeği dikkatlerine sunmaktadır.

Abdülaziz Bayındır, içinden geçenleri bilmeyen bir tanrıya inanabilir. Ama ne Allah’ın ayetlerini kendi heva ve heveslerine uydurma cürmünden uzak duran mü’minler, Allah Teala’nın geçmişi de, geleceği de, hali de, gizliyi de, açığı da aynı şekilde bildiğine yakîn derecesinde iman ederler.

[arabic-font] 8. اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ [/arabic-font]

“Bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor?”[36]2/el-Bakara, 77.

Burada muhatap –bağlamdan da anlaşılacağı gibi– Yahudiler’dir. Ve hitap son derece ilgi çekicidir: Yahudiler, Allah Teala’nın, gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyorlar! Bildikleri halde mü’minlerin arkasından planlar kuruyorlar. Oysa kendilerine gönderilen Tevrat’ta Allah Teala’nın ilmi, kudreti… vb. hakkında kendilerine bu konuda gerekli bilgiler verilmişti. Şimdi ne oluyor da böyle bir gaflete düşüyorlar!

Diyelim ki onların tıyneti bu! Peki Abdülaziz Bayındır’a ne oluyor? Yahudilere itab ihtiva eden bu ayet Abdülaziz Bayındır’a ne söyler?..

[arabic-font] 9. وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ فَاِذَا اُوذِىَ فِى اللّٰهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللّٰهِ وَلَئِنْ جَاءَ نَصْرٌ مِنْ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ اِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ اَوَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِمَا فى صُدُورِ الْعَالَمينَ [/arabic-font]

“İnsanlardan kimi vardır ki ‘Allah’a inandık’ der, fakat Allah uğrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini, Allah’ın azabı gibi sayar. Ama Rabbinden (sana) bir yardım gelse, andolsun, ‘Biz de sizinle beraberdik’ derler. Allah, alemlerin göğüslerinde bulunan (düşünceler)i daha iyi bilmez mi?”[37]29/el-Ankebût, 10.

Bu ayetteki soru; ikaz, ihtar, hatta “tekdir” içeren bir sorudur. Dolayısıyla Allah Teala’nın ilminin kuşatıcılığını/mutlaklığını gözden uzak tutanların ne yaman bir gaflet içinde bulunduklarını anlatmaktadır.

Hemen ardından –”yemin lâmı” denen– “lâm” harfiyle gelen, [arabic-font]وَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذينَ اٰمَنُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْمُنَافِقينَ[/arabic-font] “Allah, elbette inananları da bilir ve elbette ikiyüzlüleri de bilir”[38]29/el-Ankebût, 11. ifadesi de bu hususu teyit etmektedir.

10. Şimdi şu ayete dikkatle bakalım:

[arabic-font] وما اَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِاِذْنِ اللّٰهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنينَ وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ نَافَقُوا[/arabic-font]

“İki topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelen, ancak Allâh’ın izniyle olmuştur ki (O), inananları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın). Ve ikiyüzlülük edenleri bilsin (ortaya çıkarsın).”[39]3/Âlu İmrân, 166-7.

Abdülaziz Bayındır’ın yaptığını yaparak bu ayetleri tek başına alacak olursak ortaya şöyle bir anlam çıkıyor:  Allah Teala,  kimlerin gerçek mü’min ve kimlerin münafık olduğunu bilmemektedir. Bunu ortaya çıkarmak için mü’minlerin safında savaşanlara Uhud’da bir mağlubiyet tattırmak zorunda kalmıştır!!

Ancak Abdülaziz Bayındır’ın düştüğü çukura dikkat ederek ayetlerin devamına bakacak olursak, meselenin hayli farklı bir boyut kazandığını göreceğiz: Kaldığımız yerden okumaya devam edelim:

[arabic-font] وَقيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّٰهِ اَوِ ادْفَعُوا قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ اَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْايمَانِ يَقُولُونَ بِاَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ فى قُلُوبِهِمْ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ [/arabic-font]

“Onlara, ‘Gelin, Allah yolunda savaşın, ya da savunun’ dendiği halde, ‘Eğer savaş (olacağını) bilseydik, sizinle gelirdik’ dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar. Halbuki Allah, içlerinde sakladıkları şeyi çok iyi bilmektedir.”[40]3/Âlu İmrân, 167.

Ayet alabildiğine açık bir şekilde Allah Teala’nın, münafıkların kalbinde olanı bildiğini, içlerinde sakladıklarıyla dile getirdiklerinin birbirinin zıddı olduğundan pekala haberdar olduğunu haber vermektedir. Münafığın kalbinde sakladığını bilen Yüce Allah’ın, zaten en mükemmel şekilde bildiği bir şeyi ikinci bir kere bilmek için onları imtihana tabi tutmaya ihtiyaç duyduğunu söylemek “dalalet” değilse nedir?..

[arabic-font] 11. اُولٰئِكَ الَّذينَ يَعْلَمُ اللّٰهُ مَا فى قُلُوبِهِمْ فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ فى اَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَليغًا [/arabic-font]

“Allah onların kalplerinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine işleyecek güzel söz söyle!”[41]4/en-Nisâ, 63.

Burada da bağlam münafıklardır. Allah Teala esasen onların kalplerinde iman mı, yoksa küfür mü olduğunu çok iyi bilmektedir. Bununla birlikte Efendimiz (s.a.v), onlara güzel ve etkileyici söz söylemekle memur kılınmaktadır ki, tebliğ görevini hakkıyla yerine getirmiş olsun. Yoksa onların iman etmeyeceği onları yaratan ve kalplerinde gizlediklerini bile Allah Teâla tarafından çok iyi bilinmektedir…

[arabic-font] 12.وَلِيَبْتَلِىَ اللّٰهُ مَا فى صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا فى قُلُوبِكُمْ وَاللّٰهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ [/arabic-font]

“Allah göğüslerinizdekini denemek, kalplerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi)”. Allah göğüslerin özünü bilir.”[42]3/Âlu İmrân, 154. Kur’an’da herhangi bir kelimenin, her geçtiği yerde bire bir aynı anlamı ifade etmediği gerçeğini hatırlayarak bu ayete baktığımızda, Prof. Dr. … Continue reading

Bu ayet, Abdülaziz Bayındır’ın ayağının kaydığı noktayı müstesna bir vurguyla aydınlığa kavuşturduğu için üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Burada anlatılan durum kısaca şudur: Allah Teala mü’minlerin de, münafıkların da kalplerinde sakladıkları düşünce ve kanaatleri esasen çok iyi bilmektedir. (Gerek buraya kadar zikrettiğimiz ayetler, gerekse bizzat bu ayetin son kısmı bu noktayı açık bir şekilde anlatmaktadır.) Uhud savaşı gibi zorlu bir savaşta mü’minlere zahirî bir mağlubiyet tattırmıştır ki, herkes kalplerinde olanı ortaya çıkarsın! Bunun böyle olduğunu, ayetteki “liyebteliyellâhu mâ fî sudûrikum ve liyumahhıse mâ fî kulûbikum” ifadesi açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu ayete Abdülaziz Bayındır’ın sakat mantığı esas alınarak bakıldığında ise ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Allah Teala insanların içinde ne olduğunu –haşa– bilmemektedir. Kimin ne düşündüğünü, kimin neye inandığını, insanların imtihana tabi tutup, nasıl davrandıklarına bakarak anlamaktan başka –haşa– çaresi olmadığı için böyle yapmak zorundadır.

Eğer bu mantık doğruysa, ayetin sonundaki “Vallâhu alîmun bi zâti’s-sudûr” cümlesini nasıl anlamamız gerekir? Eğer bu cümle Allah Teala’nın, kalplerde olanı hakkıyla bildiğini anlatıyorsa, ki öyledir, “kimin ne olduğunu anlamak için insanları imtihan etmek zorunda bulunan” bir tanrıya inandığı için Abdülaziz Bayındır’ın itikadının mü’minlerinkinden farklı olduğunu söylemek zorundayız.

“Yaratma-ilim” ilişkisi

Allah Teala’nın, yarattığı varlıkların içinden geçeni bildiğini anlatan ayet-i kerimelerin ilk sırasında 67/el-Mülk suresinin 13. ayetini zikretmiştik. Hemen ardından gelen ayet, konumuz bakımından hayatî önemdedir:

[arabic-font] اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطيفُ الْخَبيرُ [/arabic-font]

“Yaratan bilmez mi? O Latîf’tir, Habîr’dir!”[43]67/el-Mülk, 14.

Bu ayet, işbu “bilme” meselesinde Abdülaziz Bayındır’ın lakırdılarının gafletten öte, “dalalet” anlamına geldiğini tepesine vura vura anlatmaktadır.

Evet, Allah Teala’nın “bilmesinin/ilminin” söz konusu edildiği yerde O’nun “yaratıcılığı” doğrudan ve kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. “Yaratıcı” olan yegâne varlık (Allah Teala), zorunlu olarak “bilen”dir de! O, bizim “geçmiş”, “hal” ve “gelecek” diye ifade ettiğimiz zamansallıkları aynı anda kuşatan ve kendisi için zamansallık söz konusu olmayan yegâne varlıktır. Ve O’nun “bilmesi” ile “yaratması” arasında kopmaz bir ilişki vardır. Bilmeyen ya da bilgisi mutlak olmayıp herhangi bir şekilde sınırlı olan bir varlık, yaratamaz da!

[arabic-font]اَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ[/arabic-font] “Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[44]16/en-Nahl, 17. ayetini de göz önünde tutarak tekrar düşündüğümüzde, kaçınılmaz olarak önümüze gelecek olan hakikat şudur: Yaratan varlık (Yüce Allah), yaratmayan, yaratma gücünden mahrum bulunan herhangi bir varlıkla kıyaslanmamalıdır. Yüce Allah’ın zat-ı uluhiyetine mahsus “yaratıcılık” vasfından gelen eşsizliği, O’nun, herhangi bir vasfında herhangi bir varlıkla kıyaslanmasının önündeki en büyük engeldir. O’nun dışındaki herhangi bir varlık için “yaratıcılık” vasfı tasavvur olunamayacağına göre, O’nun diğer vasıfları da “yarat-a-mayan” varlıklarınkinden farklıdır. O’nun bilmesi, görmesi, işitmesi… hiçbir varlığınki gibi değildir. Yaratan ile yarat-a-mayan arasında kurulacak herhangi bir “benzerlik” ilişkisi, ayetin sonundaki “düşünmüyor musunuz?” ihtarına çarpıp geri gelerek failinin suratında ilahî bir tokat olarak patlayacaktır!

Abdülaziz Bayındır’ın düştüğü ibretlik duruma bakın ki, sık sık “O’na benzer hiçbir şey yoktur”[45]42/eş-Şûrâ, 11. ayetini dile getirdiği halde, buradaki “benzersizliğin”, “her bakımdan benzersizlik” olduğunu göremiyor, dolayısıyla “ilim/bilme” meselesini de içine aldığını idrak edemiyor!

Allah Teala’nın ilmi, malumun bilfiil var olmasına bağlı/muhtaç değildir. O, yaratıcı oluşunun tabii bir gereği olarak yarattığı varlıklar hakkında her şeyi eksiksiz bir bilgiyle bilir. O’nun ilminin, malumun fiilen varlığına bağlı olmaması demek, ilm-i ilahînin, bizim için “olmuş”, “olan” ve “olacak” her ne varsa hepsini aynı şekilde bilmesi demektir.

Tam bu noktada Abdülaziz Bayındır’ın gündeme getirdiği bir soruyu ve verdiği cevabı hatırlayalım:

“… Tabii ki Cenab-ı Hakk’ın ilmi çok geniştir. Bunda bir problem yok. Bunun aksini söyleyen yok. Ama, olmayan bilinir mi? Olmayanı bildiğini iddia etmek fazilet midir, yoksa kişinin değerini mi düşürür? Olmayan bilinir mi? Olmayanla ilgili bilgi kelimesini kullanmanın bir anlamı yok ki. Olan bilinir, olmayan bilinmez ki!”[46]Bkz. http://www.youtube.com/watch?v=3ittbZTJy4Y

Şimdi de biz soralım: Allah Teala alemi yoktan var etti değil mi? Peki, “yok” iken sonradan “var” olacak şeylerin (insan, hayvan, bitki, mikrop, gezegenler, saman yolları, galaksiler…) her bir zerresinin nasıl olacağı Allah Teala tarafından biliniyor muydu, bilinmiyor muydu?

“Bilinmiyordu” dersek, neyi nasıl yaratacağını bilmeyen bir yaratıcıdan bahsetmiş oluruz ki, bu durum “yaratma” hakikati ile taban tabana zıtlık teşkil eder. Bir an için böyle bir yaratıcıdan bahsedilebileceğini bilfarz düşünsek bile, onun yaratacağı alemde kaos, çatışma ve kargaşa kaçınılmaz olurdu. Kur’an’ın sıklıkla dikkatimizi çektiği, “alemdeki düzen ve denge”[47]Örnek olarak 67/el-Mülk, 14 vd. ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar bedihî bir gerçektir.

Dolayısıyla Abdülaziz Bayındır burada iki seçenekten birini tercih etmek zorunda: Ya alemdeki bu düzenin “tesadüf eseri” olduğunu söyleyecek ya da daha alemi yaratmadan önce neyin ne olacağını ezeli ilmiyle bilen Allah Teala’nın, alemi ilmi doğrultusunda var ettiğini itiraf edecek!

Üçüncü bir seçenek yok!

O halde soralım:  Hani “olmayan bilinmez”di?

Telefondaki muhatabına, “Allah senin kiminle evleneceğini bilse, şununla evlen, bununla evlenme diye emreder miydi?” diyen Abdülaziz Bayındır’ın burada düştüğü trajikomik duruma da değinelim:

Allah Teala’nın bizim kiminle evleneceğimizi bilmesi, bize “şu şu kadınlarla evlenmeniz haramdır; şunlarla evlenmeni helaldir” diye emir buyurmasına niçin mani olsun? Allah Teala’nın “ilmi” başka şeydir, “emri” başka!

Abdülaziz Bayındır anlayabilsin diye basitleştirerek anlatayım: Milyonlarca kere “estağfirullah” diyerek bir an için Allah Teala’nın bizim iradî tercihlerimizi dolayısıyla kiminle evleneceğimizi önceden bilmediğini düşünelim. Bizi yaratanın O olduğuna ve bizi bu aleme imtihan için gönderdiğine inanıyorsak eğer, bize doğru ve yanlış yolları da göstermesinin, adaletinin gereği olduğunu söyleyeceğiz. Dolayısıyla Allah Teala’nın bu çerçevede bize “şu şu kadınlarla evlenmeniz haramdır, şunlarla evlenmeniz helaldir” buyurmuş olması son derece tabiidir.

O’nun bize bu tarz sınırlar çizmiş olması, çizdiği bu sınırlara kim-ler-in riayet edeceğini ve kim-ler-in etmeyeceğini bilmesine mani değildir. Ya da şöyle söyleyelim: Allah Teala’nın, riayet edecek olanlarla olmayanları ezelî ilmiyle biliyor olması, insanlar üzerine hüküm koymasına hiçbir şekilde mani teşkil etmez. Yani O’nun ilmi bizi hiçbir şeye icbar etmez/zorlamaz. Günah işleyenler O bildiği için günah işliyor değil; sevap işleyenler de O bildiği için sevap işliyor değil.

Biz gelecekte nelerle karşılaşacağımızı ve hangi durumlarda nasıl davranacağımızı bilmiyoruz. Bütün yaptığımız –mü’minler olarak– O’nun üzerimize çizdiği kırmızı çizgileri aşmamaya çalışarak yaşamak. Biz, başımıza gelecek olanın ne olduğunu ancak zamanı gelip de yaşadığımızda anlıyoruz. Dolayısıyla Yüce Allah’ın, bizim geleceğimize dair bildiklerinden haberimiz yok!

Biz kendi kudretimiz ölçüsünde ve elbette O’nun izni ile kararlar veriyor, tercihler yapıyor, fiiller işliyoruz. Bütün bunları yaparken “Allah bildiği için yaptım” demiyoruz. Çünkü –tekraren söyleyelim– biz Allah Teala’nın bizim geleceğimize dair bildikleri bizim meçhulümüz. O hem bizi şu şu kadınlarla evlenmekten men ediyor; hem de hangi kadınlarla evleneceğimizi biliyor.

Hasılı eğer Allah Teala bizi falanca kadınla evlenmeye “zorlamış” olsaydı, Abdülaziz Bayındır’ın yaklaşımı o zaman mantıklı olabilirdi. Ama hayatın tabii akışı içinde herkes her an müşahede ediyor, gözlüyor ve biliyor ki, Yüce Allah insanları herhangi bir şeye zorlamıyor.

Abdülaziz Bayındır’ın, bu noktada nasıl katmerli bir cehalet ve dalalet içinde debelendiğini ortaya koyan bir yaklaşımına daha değinmenin tam sırasıdır. Diyor ki:

“… deniyor ki: “Canım, bu Allah Teala’nın ilmidir. Allah’ın ilminin böyle olması bizim öyle davranmamızı gerektirmez.”

E peki, o zaman “Allah’ın ilmine aykırı bir davranış gösterebilir miyiz?” dediğiniz zaman, “hayır” diyorlar. E, gösteremezsek… N’oldu?..

(…)

Neticesi belli olan bir imtihanı Cenab-ı Hak niye yapar? Ne gerek var ki? O zaman bir kısmımızı cehennemlik yaratsaydı, doğrudan doğruya cehennemin içinde yaratsaydı, bir kısmımızı da doğrudan doğruya cennette yaratsaydı… Bu dünyanın ne anlamı var?”[48]http://www.youtube.com/watch?v=o0eMiQCftAg

İmdi, bizim Allah Teala’nın ilmine aykırı davranış gösteremiyor oluşumuzun “cebir” düşüncesi ve Cebriye ile herhangi bir bağlantısı yoktur. Yoktur, zira –bir kere daha tekrarlayalım– Yüce Allah’ın ilmi bizi herhangi birşeye zorluyor değil ve esasen biz, kendi geleceğimize dair Yüce Allah’ın bildiklerinden haberdar değiliz.

Bu problemin püf noktası, Abdülaziz Bayındır’ın yukarıdaki alıntıda “E, gösteremezsek… N’oldu?” diyerek bıraktığı, ilerisine götüremediği kertede yatıyor. Konu hakkındaki müktesebatı, soruyu ve problemi “N’oldu”dan öteye taşımaya yetmediği için burada aslında problem hakkında kendi kafasındaki belirsizliği de ortaya koymuş oluyor.

“N’oldu” sorusunun cevabı şu sorunun cevabında gizli: Bizim Yüce Allah’ın ilmine aykırı hareket edemiyor oluşumuzun iradî fiillerimize tesiri nedir? Bizler karar verip tercihte bulundukça ve bunun neticesi olarak fiil işledikçe adım adım Yüce Allah’ın bizim geleceğimize dair ilmine vakıf oluyoruz.

Örneklersek: Allah Teala ezelî ve mutlak ilmiyle Abdülaziz Bayındır’ın böyle bir derekeye yuvarlanacağını biliyor mu? Evet biliyor. Peki buna mani oluyor mu? Hayır! Abdülaziz Bayındır, “Allah Teala yoldan çıkacağımı bildiği için ben yoldan çıktım” diyor mu? Demiyor! O kendi tercihi, kararı ve iradesi ile yoldan çıkıyor; Allah da onu tercih ettiği dalalette hızlâna terk ediyor! Allah Teala Abdülaziz Bayındır’ın hangi saiklerle yoldan çıkacağını biliyor; o da vakti geldiğinde özgür iradesini kullanarak Allah Teala’nın ilmi doğrultusunda tercihte bulunuyor ve yoldan çıkıyor!

Tek cümlelik özet: Sen tercihini hangi istikamette kullandıysan Allah Teala’nın bildiği odur!

Netice

Kur’an bize diyor ki: “Yüce Allah hem ‘yaratan’ olsun hem de ‘malumatı mutlak bir bilgiyle’ bilmesin”; bu mümkün değildir. Kur’an bize diyor ki: “Yaratma”, “bilme”den ayrı düşünülemez; mahlukatla ilgili herhangi bir husustan gafil/cahil bir varlık, bilgisi sınırlı bir varlık esasen “yaratıcı” olamaz! Kur’an bize diyor ki: “Hâlık’ın bilmesi ile mahlukun bilmesi bir olmaz! Hâlık’ı mahluka kıyas etmeyin! Kendi zavallılığınızı, nakıslığınızı, muhtaçlığınızı Yüce Allah hakkında da vehmetmekten sakının!”

Kur’an Abdülaziz Bayındır’a da diyor ki: “Cahil[49]Buradaki “cehalet”in az ya da çok olması, şu veya bu sebepten kaynaklanması bir şeyi değiştirmez. Bir başka ifadeyle sadece “geçmiş”i bilen, “hal”i vukua … Continue reading bir tanrı, yaratma kudretinden de mahrumdur.” Bir taraftan tanrının “yaratıcı” olduğunu söylerken, diğer taraftan onun bazı şeyleri bilmediğini söylüyorsan, sen Yaratıcı’yı tanımıyorsun, yaratanın (Allah Teala’nın), yaratmayan (insan) gibi olduğunu zannediyorsun! “Bilmek”ten herhangi bir noktada aciz olan, ilmi –tıpkı insanlarınki gibi– bilmeye konu teşkil eden şeyin (malumun) dış aleme yansımasına bağlı olan, ancak “görerek”, “öğrenerek” bilebilen bir varlık, kaçınılmaz olarak “yaratmak”tan da aciz demektir. Sen nasıl bir tanrıya inanıyorsun?!..[50]Başta da ifade ettiğim gibi bu yazı, konu hakkında hazırlıkları devam eden kitap çalışmasının küçük bir özetinden ibaret. Abdülaziz Bayındır’ın iddiaları şüphesiz burada … Continue reading

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Bu yazı, Abdülaziz Bayındır’ın “Allah Teala’nın ilmi” ve  “kader” konusundaki görüşlerinin tenkidinden oluşan ve telifi devam eden kitap çalışmasının küçük bir özetinden oluşuyor.
2 4/en-Nisâ, 115.
3 Bir okuyucusuyla aralarında şöyle bir konuşma cereyan ediyor: Soru: (…) Siz diyormuşsunuz ki, Allah bir kimsenin, evlenene kadar kiminle evleneceğini bilmez. A.B: Onu ben demiyorum; onu Allah kendisi söylüyor. Allahu Teala önceden bunu kararlaştırmışsa sana emreder mi şununla evlen, bununla evlenme? Ne manası kalır? Soru: Yani kiminle evleneceğimizi bilmez mi? Mesela ben şu anda bekârım? Yarın birisiyle tanıştım? A.B: Hayır. Hayır. Öyle olacak olsa emretmesinin anlamı var mı? Soru: Peki bunun dayanağı nedir hocam? A.B: Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet var bu konuda da, ayetlere yanlış anlamlar vermişlerdir. Tabi yapacak bir şey yok. Yani işte o ayeti.. onlar yeter… Başka şeye gerek yok. İşte ne ki, bu üçkâğıtçılar bu tip şeyleri pazarlayarak… Ama ben sana hangi ayeti versem, ayetlere yanlış manalar vermişler. Çıkacak.. Bi dakka… Bi dakka bakayım. (…) Ayeti kerimeler açıkça öyle de. Bak mesela sana iki tane ayet göstereyim. Al-i İmran suresi… İnşallah doğru mana vere… Bu tür ayetlere genellikle Süleyman Ateş doğru mana veriyor. Al-i İmran 141… 140-142 olması lazım da bi dakka bakayım 140’a… Hah. 140’tan 143’e kadar tamam mı? Yok 14-142’ye kadar. Bu bir. İkincisi de Tevbe suresi 16. ayet. Şeye bak… O Süleyman Ateş’im mealinde buna doğru mana verilmiş olmasını bekliyorum şahsen. Çok sayıda ayetler var da… Soru: Peki bununla ilgili müstakil bir ders yapacak mısınız? A.B: Onu hatırlamıyorum da…  Fırsatım olsa bu konuda bir kitap çıkarmayı düşünüyorum. Bakalım fırsat olur mu. Çünkü millet hep kaderci olmuş ya! Kader de bir iman esası olmuş… Dolayısıyla insanların da hoşuna gidiyor böyle akıllarını kullanmamak… Yani Kur’an-ı Kerim’in tamamının anlamı kalmaz o anlamda tamam mı? Allah senin cehenneme gideceğini bile bile seni yarattıysa, ondan sonra seni niye sorumlu tutuyor? Soru: Peki yani mezhep imamlarının görüşü nedir hocam? A.B: Yaa mezhep imamlarını boş verin kardeşim. Onların Kur’an-ı Kerim’le alakaları yoktur zaten. Tamam mı? Soru: Yani biz bildiğimiz bileli yani hep Hanefiydik hocam? … A.B: Yaa… Tamam bizim sistemlerden bakın onların görüşlerini ve değerlendirmelerini ordan… Ne olacağınıza karar verin tamam mı? Konuşma için şu linke bakılabilir: http://www.youtube.com/watch?v=3ittbZTJy4Y
4 2/el-Bakara, 143.
5 3/Âlu İmrân, 140-2.
6, 39 3/Âlu İmrân, 166-7.
7 5/el-Mâide, 94.
8 Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan ayetlerdeki ilgili ifadelerin ardından parantez içi açıklamalar yapan Ateş’in burada böyle yalın bir ifade kullanması ilginç bir çelişkidir.
9 9/et-Tevbe, 16.
10 57/el-Hadîd, 25.
11, 48 http://www.youtube.com/watch?v=o0eMiQCftAg
12 Bu vehim Abdülaziz Bayındır’ı “bütün dünyaya” meydan okuyacak kadar etkisi altına alabiliyor. Şu ifadelerin sahibinin ruh durumu hakkında neler söylemek gerektiğini ruhiyatla ilgilenen mütehassıslara bırakıyorum:

“… Şimdi bir de şuraya bakın: En’am 148-149. ayetleri ne hale getirmişler! Yahu Kur’an’ın katleden insanlar tepelerde, doğruları söyleyenlere ortalığı yıkıyorlar. Ben burada söylüyorum: Ey İslam alemi denen alem! Ey o kadar üniversite, bilmem şey… fa.. fı.. medrese, şu bu, falan filan. Hepinize sesleniyorum, birinize ikinize değil. Şu iki ayete bir doğru mana verin de gelin bir göreyim sizi! Hadi çıkın ortaya! Bu iki ayete doğru mana veren bir tane tefsir bulun da ben de bir göreyim bakayım siz alim misiniz değil misiniz? Hadi buyurun meydan okuyorum. Hadi! Türkiye’ye değil, dünyaya meydan okuyorum. Bu basit bir olay değil. Allah’ın kitabını katledin, sonra çıkın Müslümanım diye şey yapın…” (http://www.youtube.com/watch?v=o0eMiQCftAg)

13 Bu tarz ifadelerin bir mü’minin kaleminden/dilinden sadır olamayacağının farkındayım ve bu cümleler için milyonlarca kere istiğfar ederim. Ancak ne çirkin bir münkerle karşı karşıya bulunduğumuzu şu ana kadar anlamamış olanların anlaması için bu cümleleri, vebalini Abdülaziz Bayındır’a atarak kurduğumun bilinmesini isterim. 
14 Aşağıda gelecek olan 2. maddede bu noktayla ilgili detaylı açıklama yapılacaktır.
15 Bkz. 2/el-Bakara, 159.
16 Bkz. 2/el-Bakara, 80, 169; 3/Âlu İmrân, 66; 7/el-A’râf, 28, 33;
17 41/Fussılet, 17.
18 39/ez-Zümer, 37.
19 28/el-Kasas, 56.
20 4/en-Nisâ, 25.
21 ”Dua”, “salât”, “zikir”, “belâ/ibtilâ” ve daha birçok kelime/kavram böyledir. er-Râğıb el-İsfehânî’nin el-Müfredât’ına yüzeysel bir bakış bile bu konuda sağlıklı bir kanaate ulaşmak için yeterlidir.
22  a. وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فى هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَلَئِنْ جِئْتَهُمْ بِاٰيَةٍ لَيَقُولَنَّ الَّذينَ كَفَرُوا اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا مُبْطِلُونَ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الَّذينَ لَا يَعْلَمُونَ 
23 30/er-Rûm, 58-9.
24 40/el-Mü’min, 70.
25 29/el-Ankebût, 8.
26 16/en-Nahl, 39.
27, 28 el-Buhârî, “Bed’u’l-Vahy”, 39, “Itk”, 6…; Müslim, “İmâre”, 155…
29 Kur’an-ı Kerim’de bu noktaya açık biçimde delalet eden pek çok ayet-i kerime vardır. Burada bunların sadece bir kısmı zikredilecektir.
30 67/el-Mülk, 13.
31 13/er-Ra’d, 10.
32 5/el-Mâide, 116.
33 14/İbrâhîm, 38.
34 48/el-Feth, 18.
35 60/el-Mümtehıne, 1.
36 2/el-Bakara, 77.
37 29/el-Ankebût, 10.
38 29/el-Ankebût, 11.
40 3/Âlu İmrân, 167.
41 4/en-Nisâ, 63.
42 3/Âlu İmrân, 154. Kur’an’da herhangi bir kelimenin, her geçtiği yerde bire bir aynı anlamı ifade etmediği gerçeğini hatırlayarak bu ayete baktığımızda, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, “göğüslerinizdekini denemek” olarak çevirdiği yerin, “içinizde olanı ortaya çıkarmak” tarzında çevrilmesinin daha uygun olacağını söylemek yerinde olacaktır.
43 67/el-Mülk, 14.
44 16/en-Nahl, 17.
45 42/eş-Şûrâ, 11.
46 Bkz. http://www.youtube.com/watch?v=3ittbZTJy4Y
47 Örnek olarak 67/el-Mülk, 14 vd.
49 Buradaki “cehalet”in az ya da çok olması, şu veya bu sebepten kaynaklanması bir şeyi değiştirmez. Bir başka ifadeyle sadece “geçmiş”i bilen, “hal”i vukua geldikçe aşama aşama bilen, geleceği ise hiç bilmeyen bir varlık, sadece bu yönüyle de olsa “cahil”dir!..
50 Başta da ifade ettiğim gibi bu yazı, konu hakkında hazırlıkları devam eden kitap çalışmasının küçük bir özetinden ibaret. Abdülaziz Bayındır’ın iddiaları şüphesiz burada kısaca ele aldığım hususlarla sınırlı değil. Onun gerek bu yazıda ele aldığım görüşlerinin, gerekse yazının uzamaması için burada gündeme getirmediğim diğer hususlarla ilgili yaklaşımlarının detaylı kritiği yakında okuyucuya arz edilecek olan kitapta yar almaktadır.