Öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organizasyonu ve geniş bir akademisyen kadrosunun katılımıyla geçtiğimiz hafta başlayıp biten istişare toplantısının yerinde bir gelişme olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ülkemizde maalesef yıllardır medyanın belirlemesine terkedilmiş bulunan dinî/ilmî meseleler, ele alınış biçimi ve maksadındaki sakatlıklar dolayısıyla şimdiye kadar zihinlerde sadece “tartışma alanları” olarak kaldı. Medyanın önce “problem”e dönüştürüp, sonra da çözümsüzlüğe terkettiği konuları takdim ediş tarzından, “ilim adamı” olarak kitlelere önüne çıkartılan bir kısım zevatın üslubuna ve bakış açısına kadar bir yığın etken, en hayatî meselelerin birer spekülasyon malzemesi olarak kullanılması sonucunu doğurdu. Felahın, esenliğin, feyiz, bereket, itmi’nan ve birlik-beraberliğin biricik garantisi olan “Din”, bu manipülatif gayretler sonucunda neredeyse istismar, itham, kendini inkâr ve görecelilik ile aynı anlamı ifade eder hale geldi.
Halkın belli bir kesimi nazarında dini (İslam’ı) “tekinsiz” bir alan haline dönüştüren bu “kör döğüşü”, 28 Şubat’ın dinî alanı daraltıcı uygulamaları ile birleşince manevî değerlerden kopuş şeklinde tezahür eden bir sürecin başlaması elbette kaçınılmaz olacaktı. Haber bültenlerinin “sıradan” malzemesi haline gelen ahlakî çöküntü manzaraları, intiharlar, kapkaçlar, soygunlar ve büyük şehirlerin özellikle varoşlarında pıtrak gibi biten ev kiliseler başka neyin ifadesi olabilir ki!..
Dinî alanı, terkedildiği bu başıboşluk ve istismardan kurtarmak elbette öncelikle kurumsal bir inisiyatif ile mümkündü ve Diyanet İşleri Başkanlığı bunu yaptı. Ancak burada bir kısım ilahiyatçıların, Diyanet’in bu ufuk ve vizyon yüklü girişimi karşısında itiraf etmekten kaçınmadıkları hayret ve öykünmeyi de zikretmeden geçmek mümkün değil. Özel sohbetlerde sırası düştükçe dile getirmeye çalıştığım gibi aslında ilahiyatçılarımız bu alanda maalesef epey geç kalmış durumda. Türkiye’de mevcut 20’nin üzerindeki İlahiyat Fakültesi, gündemde bunca dinî konu tartışılıp dururken, acaba bir platform oluşturup, tartışılan konuları orada –misyonlarının gerektirdiği ciddiyet içinde– kollektif bir faaliyet ile ele alıp değerlendiremezler miydi? Onların konuya bu şekilde müdahil olmalarına yasal bir engel var mıdır?..
Ala külli hal Diyanet’in bu girişimi ile işlerin hiç olmazsa bundan sonra olması gerektiği gibi yürümesini dileyelim.
Ancak burada şahsen aklıma takılan birkaç husus var: Bazı katılımcılar bu toplantıda “gelenekçi-modernist” ayrımının ortadan kalktığını ifade ettiler. Sonuç bildirgesinde yer alan maddelerin “oy birliği” ile karar altına alındığının ifade edilmesi de bunu destekliyor. Acaba bu konsensüs nasıl sağlandı? Gelenekçiler mi, yoksa modernistler mi kendilerini inkâr ettiler? Yoksa her iki kesim de gündemdeki meselelerin aciliyeti dolayısıyla iddialarını bir süre askıya mı aldı? Birkaç madde üzerindeki nihai görüşmenin daha sonra yapılacak bir toplantıya ertelenmesi, bu iki kesim arasında varlığını muhafaza eden anlaşmazlık konuları bulunduğunu gösteriyorken bu soruların cevabını nasıl verebiliriz?
Sözgelimi münferit namazlarda kişinin istediği dilde kıraat edebileceğini, namazın hiçbir özür yokken günde üç vakit kılınabileceğini, kadınların özel hallerinde bile namaz kılabileceğini, Kur’an’ın başörtüsünü emretmediğini… söyleyen Yaşar Nuri Öztürk acaba bu “ittifak”ın içinde nasıl yer aldı?
Mayıs 2002 – Milli Gazete