2008 veya 2009 yılıydı; kütüphanemde çalışıyordum. Telefonum çaldı. Arayan kişi Prof. Dr. Salim Öğüt hocaydı. Modern din algısına karşı sell-ü seyf etmişti hoca. Bu çerçevede piyasada ne var ne yok diye araştırmış ve bizim çalışmalarla da karşılaşmıştı. Teşekkürlerini, takdirlerini ilettikten sonra “görüşelim” demişti. Kitaplardan birer adet gönderdim kendisine çorbada tuzumuz olsun diye. Yanılmıyorsam Çorum’daydı. Bir süre sonra, Antep’ten mi desem, Maraştan mı, bir konferans sonrası aynı uçakta gelmişiz Ankara’ya kadar. İnerken karşılaştık. Kısa bin hal-hatır faslından sonra, inince görüşelim dediysek de, o hay-huy arasında mümkün olmadı. Hemen Çorum’a hareket etmesi gerekiyormuş; görüşmek, halleşmek yine müyesser olmadı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçtiğini öğrendim. Geç kalmış da olsa olması gereken bir gelişmeydi bu. Hocanın İstanbul’da olması gerekiyordu. Evet, Anadolu coğrafyasını bütün bütün terk etmek doğru değil; ama neylersiniz ki İstanbul’un çekim gücüne karşı koymak mümkün olmuyor. Bu sebeple Hocanın da burada olması eninde-sonunda olacak şeydi ve oldu.
Ama hiç beklemediğimiz, herkesi şoke eden o gelişme vuku buldu ve Hoca, kendisinden istikamet ve ilim adına beklentilerin zirveye çıktığı bir dönemde aramızdan çekiliverdi. Uzun bir süre, kimi zaman telefonla, rastlaştıkça da vicahi olarak Süheyb kardeşimden ve Hilal Kaplan hanımefendiden sordum hocayı. Allah’tan umut kesilmez tavrı ve müslüman teslimiyetiyle mukabele ettiler. Hep dua ettik, umutla bekledik.
Ama takdir bir kere daha tedbiri bozdu ve Hoca Hakk’a yürüdü.
Şu anda masamın üstünde Hoca’nın iki kitabı duruyor: Modern Düşüncenin İslam Anlayışı ve Modern Bir Din Projesinin Tenkidi. İlk fırsatta bu iki kitabı bir kere daha okuyacak ve Hocaya dualar edeceğim.
Akademik hayatın hiçbir ayartıcı etkisine kapılmadan yaşadı ve çalıştı Salim Öğüt hoca. Müstakim Müslümanlığın herşeyin önünde ve üstünde olduğu bilinciyle yazdı yazdıklarını. Müslüman bir ilim adamının omuzlarındaki yükün herhangi bir insanınkinden kat kat fazla olduğunun idrakiyle bir uçtan bir uca dolaştı Türkiye’yi; konferanslar verdi, sohbetler yaptı. Ahir zaman iğvalarına karşı uyardı insanları. Sözü hiç eğip bükmedi. Doğruyu söyledi, doğru biçimde söyledi; söyledikleriyle çelişmeyen bir hayat yaşadı.
Ümmet’in “mesele”sini kavramıştı Hoca; şöyle demişti:
“Bu ülkede son onbeş yirmi yıldır, bazı ilahiyatçı akademisyenlerin, İslâm dinini sunuşlarında bugüne kadar bilinenden çok farklı bir yöntem uyguladıkları, çok belirgin bir biçimde görülmektedir. Bendeniz sözünü ettiğim bu yılları bütün bu olup bitenleri anlamaya çalışmakla geçirdim. (…) Mizacım ve karakterim gereği bunların hiçbirini ciddiye almadım; belki biraz da böyle görmek ve davranmak işime geldi. Çünkü kavga etmenin hiçbir konuda hiç kimseye yarar sağladığını görmedim. (…) Bu ve benzeri mülahazalarla bugüne kadar kenarda oturmayı ve olup bitenleri bazen ibretle, bazen dehşetle seyretmeyi yeğledim…”
Evet, Hocanın gayret-i diniyyesi bir noktadan sonra “kenarda oturmasına” izin vermemişti. Kalemi eline aldı ve öyle bir yazmaya başladı ki, kimseye söyleyecek söz bırakmadı.
Hakkı; cesaret, dirayet, ehliyet ve hikmetle dile getiren insanların sayısının hızla azaldığı şu ahir zamanda Hoca’nın yeri doldurulabilir mi, bilmiyorum. Kendine mahsus kıvrak üslubu, ele aldığı meselelerdeki derin vukufiyet ve hakimiyetiyle daha çok şey verebilirdi bu ülkeye ve bu millete.
Bir araya gelip uzu süre sohbet etme, halleşme imkânı bulamadım Hocayla. Hep uzaktan, ama büyük bir muhabbet ve saygıyla takip ettim kendisini. Sadaka-i cariye olarak geriye bıraktığı eserleri ve yaşadıkça amel defterinin açık sayfalarını “hasene” ile doldurmaya devam edecek olan evlatları, Hocanın adını ve misyonunu yaşatmaya devam edecek; bunda şüphe yok.
Mekânın cennet olsun hocam. Seni gerçekten çok arayacağız, çok özleyeceğiz.
19 Haziran 2012 – Milli Gazete