“Hanefî Usulü” diye bilinen usul ile “Mütekellimîn Usulü” arasındaki farka ilişkin okuyucu sorusuna cevap olarak Ramazan öncesi bir yazı yazmıştım. Ramazan girince köşemizi Ramazan yazılarına tahsis ettik. Ramazan sonrasında da uzun sayılabilecek bir yurtdışı seyahati söz konusu oldu. Dolayısıyla o soruyla ilgili olarak yazmak istediklerim bugüne kadar sarkmış oldu.
Bu girizgâhtan sonra meselemize dönecek olursak;
Hanefî Usulü-Mütekellim Usulü” ayrımının “Hanefîlerin Usul sistemi” ve “diğerlerinin Usul sistemi” şeklinde kesin bir farklılaşmaya tekabül etmediğini belirtmekte yarar var. Hanefî Usulcüler yanında Hanbelî Usulcüler de genel olarak Fukaha metodunu benimsemişlerdir. Şafiîlerden Ebu’t-Tayyîb, eş-Şîrâzî, Ebû Hâmid el-İsferâynî… gibi Usulcülerin de bu çizgide eser verdiğini görüyoruz.
Hanefî usulü fürudan yola çıkılarak istikrâî okumalarla tesbit edilen Usul kaidelerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla burada Usul’ü bir anlamda füru belirlemektedir. Oysa ahkâm istinbatı sürecinin normal işleyişi, mevcut Usul kaidelerinden hareketle füruu belirlemektir. Acaba bu durum, Hanefî imamların herhangi bir Usule dayanmadan ictihadda bulunduğunu göstermez mi?
Bu makul ve “önemli” bir sorudur. Meseleye biraz yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Usul çalışması yapan alimlerin önünde sadece füru meseleleri değil, aynı zamanda İmamlardan nakledilmiş bol miktarda Usul ilkesi de mevcuttur. Yani Usul alimleri usul eserlerini vücuda getirirken sadece fer’iyyat alanındaki mevcut birikimi esas almamış, aynı zamanda dağınık vaziyette bulunan Usul kaidelerini de bir araya getirerek ve geliştirerek Usul binasını yükseltmişlerdir.
Her iki Usul arasındaki bu farklılık, bilahare farklı mezheplere mensup birçok Usul yazarı alim tarafından birleştirilmiştir. Ulema tarafından vücuda getirilen ilk Usul çalışmalarıyla ortaya konulan performans, bu suretle bir kere daha gösterilmiştir.
Bu aşamada İbnu’s-Sâ’atî’nin Bedî’u’n-Nizâm’ı, Sadru’ş-Şerî’a’nın et-Tenkîh’i, İbnu’l-Hümâm’ın et-Tahrîr’i, el-Beydâvî’nin Minhâcu’l-Vusûl’ü, Molla Fenârî’nin Fusûlu’l-Bedâyi’i, Molla Hüsrev’in Mirkât ve Mir’ât’ı, Usûl alanındaki iki farklı yönelişi birleştiren müthiş zihnî performansı ve dirayeti bütün açıklığıyla göz önüne seren çalışmalar olarak önümüzde durmaktadır.
İmam el-Gazzâlî’den sonra taklit devrinin başladığını, bunun da müslüman zihninin donduğu anlamına geldiğini söyleyenler ya Usul alanındaki bu müthiş devinimden haberdar değiller, ya da hakikati bile bile çarpıtma yoluna gidiyorlar.
Yani modern zamanları dışarıda tutarsak Ümmet’in uleması, seleflerinden devraldığı ilim mirasını sürekli katkılarla yeniden ve yeniden üretmiştir. Bu durum, insaf ve vicdan ehli herkesin teslim ettiği/edeceği bir hakikattir.
27 Eylül 2012 – Milli Gazete