Bin yıl süreceği ilan edilen ve fakat 10 yıl bile ömrü olmayan bir süreç: 28 Şubat.
Geriye baktığımızda kırılıp dökülenler, acılar, travmalar… En önemlisi, “savrulanlar”…
Müslümanlığımızın sınandığı; imanda sebatımızın, bağlılıkta kararlılığımızın test edildiği bu süreç bu ülke için ve bu ülkenin mütedeyyin kesimleri için tam anlamıyla “öğretici” oldu.
Maliyetli bir öğrenmeydi bu. Geldiğimiz noktada lisan-ı halimizle “28 Şubatlara hayır” diyoruz demesine, ama, “Ama” ile başlayan cümleler kurmak gibi de bir alışkanlığımız oldu.. “Ama” demeye başladık, “28 Şubat’ın muhatap aldığını söylediği din anlayışı, siyaset anlayışı, hizmet anlayışı, kimlik ve değerler de gözden geçirilmeli…”
Oysa burada bir lazım-melzum ilişkisi yoktu. Yani 28 Şubat zulmünü maşeri vicdanda mahkûm etme imkânı (hatta belki birkaç adım sonra hukuk önünde mahkûm etme imkânı), o zulmün muhatabı olmuş insanların, inançların ve anlayışların hırpalanması sonucunu doğurmamalıydı.
Böyle olmamalıydı; çünkü bu durum, 28 Şubat’ı yapanların amacına tersinden hizmetten başka bir anlam taşımıyor. Böyle olmamalıydı, çünkü 28 Şubat’ı yapanlar birtakım şeyleri sadece “bahane” ettiler, hep yaptıkları gibi. Bugün çok daha net olarak görülüyor ki asıl mesele denk bütçeydi, D-8 oluşumuydu, milletin cebinden baronların devasa karnına bağlanmış hortumların kesilmesiydi…
28 Şubat’ı sorgulama imkânına kavuşmuş olmanın, 28 Şubat’ın “görünen” gerekçelerini dolaylı biçimde de olsa teyit eden bir tavrı doğurmuş olması 28 Şubat muhakemesinde üzerinde durulması gereken en önemli kırılma noktasıdır. Oysa elekten süzülenler 28 Şubat sürecinde zaten dibi bulmuştu. (Mütesettir öğrencilerine tesettürün önemsizliğini anlatmaya çırpınan ilahiyat hocalarını unutmak mümkün mü?)
28 Şubat sadece bu ülkede, etkileri bu ülkeyle sınırlı kalmak üzere tasarlanmış bir hareket olarak okunabilir mi?
Büyük fotoğrafa baktığımız zaman bu soruya “evet” demek imkânsız görünüyor. Oğul Bush döneminde İslam Dünyası da bir 28 Şubat yaşadı. Küresel 28 Şubat’ta da kırılıp dökülenler, elekten süzülüp dibi bulunlar oldu İslam Dünyası ölçeğinde.
İçerideki 28 Şubat’la dışarıdaki 28 Şubat birbiriyle elbette irtibatlıydı. Biri olmadan diğerini tasavvur etmek mümkün değil. Dolayısıyla bu iki süreci hem sebepleri, hem de sonuçları bakımından birlikte düşünmek durumundayız.
Sebepler malum. İslam Dünyası hızla kendi iradesine sahip çıkmaya doğru gidiyor. Hatta dünya ölçeğinde dengeleri değiştirebilecek adımlar atıyor. Küresel sömürü düzenini sıkıntıya sokacak böyle bir gidişat elbette o düzenin sahipleri tarafından tolere edilmeyecekti.
Yerli 28 Şubat hakkında da aynı cümleler rahatlıkla tekrarlanabilir.
Sonuçlara gelince…
Dr. Rıza Nur, hatıratında M. Kemal’in Nutuk’ta dile getirdiği bazı hususlar için, “aslında benim düşüncemdi” der. O öyle düşünedursun, atı alan Üsküdar’ı geçmiş, o icraatlar M. Kemal imzasıyla tarihteki yerini almıştır.
İslam Dünyası’nda meydana gelen gelişmeler, küresel 28 Şubat sonrası Müslümanların “ılıman” iklimlere doğru yelken açtığını gösteriyor. Elbette yelkenleri kimin rüzgârı dolduruyorsa, istikamet de onun istediği tarafa olacak…
Yerli 28 Şubat sonrası içerideki durum da çok farklı değil. “Yaşadığı gibi inanma” tavrının tavan yaptığı bir süreç yaşıyoruz el’an. Sanki birden kitleselleşmiş bir “din sorgulaması” modasıyla karşı karşıyayız. “Özgürlük” talepleri sadece 28 Şubat’a değil, aynı zamanda İslam’ın sabitelerine de yöneldi. 28 Şubat’a karşı okula başörtüsüyle gitme özgürlüğünü elde eden kitleler, başörtüsünün sembolize ettiği değerleri “sorgulamak” gibi bir garabetin pençesine düşüverdi.
O halde aslında ne oldu?..
Milli Gazete – 28 Şubat 2012