Arap Baharı, Demokratikleşme, Bop Vs.

Ebubekir Sifil2012, Arap Baharı, Gazete Yazıları, Kasım 2012, Konularına Göre, Suriye

Arap Baharı diye ifade edilen sürecin ana unsuru, baş aktörü Müslümanlardır. Dolayısıyla sürecin merkezinde "İslamî" talep ve beklentilerin bulunması normaldir. [fotoğraf: retuers.com]

Şu an itibariyle dünyanın en hareketli bölgesini Ortadoğu coğrafyası oluşturuyor. Bu hareketlilik sadece kitlelerin zalim iktidarlara karşı sokaklara dökülmesi ile başlayıp iktidarların değişmesiyle neticelenen “siyasî karakterli” bir mahiyet taşıyor değil. Aynı zamanda adı konulmamış bir zihnî değişim ve dönüşüm de söz konusu.

Daha önce birkaç defa dile getirmiştim: Arap Baharı diye ifade edilen süreçte kitleleri sokağa döken ve iktidarları değiştiren, Batılı anlamda “demokrasi” talebi ise, bunun kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede başka çatışmalar doğuracağını öngörmek kehanet olmayacaktır. Bu defaki, zalim iktidarlara karşı birlikte sokağa dökülen insanlar arasında yaşanacak bir “iç çatışma” olacaktır.

Şurası açık: Zalim yöneticilerin halk hareketleri sonucu iktidardan uzaklaştırılması, meselenin en fazla görünen yanı. Oysa mesele bundan ibaret değil. Kim ne derse desin, Arap Baharı diye ifade edilen sürecin ana unsuru, baş aktörü Müslümanlardır. Dolayısıyla sürecin merkezinde “İslamî” talep ve beklentilerin bulunması normaldir.

Her ne kadar sürece şurasından burasından sızmaya, süreci manipüle etmeye çalışan bir “Batı” unsuru söz konusu ise de, şu anda sahnedekiler, İslamî hassasiyet taşıyan ya da İslamî hassasiyeti önemseyen kadrolardı.

Hal böyle olunca, yönetimi devralan kadroların İslamî hassasiyetleri dikkate alan, daha doğrusu İslamî beklentileri karşılayan politikalar izlemesi eşyanın tabsiatı gereğidir.

Oysa bu coğrafyada Müslümanların gerçek anlamda kendi dinamiklerinden kaynaklanan ve bugünün dünyasında özgüvenle savunulabilecek bir siyasî tecrübesi mevcut değil. Batı’nın güçlü biçimde dayattığı ve İslam coğrafyasında hatırı sayılır ölçüde kabul görmüş bulunan “demokrasi/insan hakları” merkezli siyaset ve yönetim anlayışı, kabul edelim ki İslamî referanslara yaslanmıyor. Bu, mezkûr kavramların gerek doğuşu, gerekse pratiğe aktarılışı bakımından Batı’ya ait oluşundan kaynaklanan bir hakikat.

Batı bu ve benzeri kavramların “evrensel” olduğunu söylediği zaman, münhasıran “Batı’ya ait” bir durumun, anlayışın ve pratiğin evrenselliğini vurgularken, İslam coğrafyasında bu kavramlara yapılan vurgunun psikolojik arka planında İslam’ın bu kavramları reddetmediği, ihtiva ettiği, hatta “emrettiği” anlayışı yatıyor. Yani modern Batı’nın karakter yapısı gereği “kendisine ait” olanı evrenselleştirmesine/dayatmasına karşılık, –durumu içselleştirmenin başka bir yolu olmadığı için– biz onun Batı’ya ait olmadığı varsayımından hareket ediyoruz.

Ala külli hal şu anda yaşanan, “bize ait” olmadığında şüphe bulunmayan bir teorinin ve pratiğin “bize aitmiş” gibi algılanmasından ve öyle takdim edilmesinden ibaret bir psikoloji. Müslümanlar modern zamanlarda –bilhassa ekonomi ve siyaset alanında– bir “tarihten kopuş” süreci yaşadı. Kendi tarihsel tecrübelerini modern değerleri merkeze alarak mahkûm ve reddettikleri, buna karşılık kendilerine ait alternatif bir ekonomi ve siyaset pratiği de geliştiremedikleri için modern Batı patenti taşıyan teori ve pratiklere kendilerini mahkûm ettiler.

Yaşadığımız aktüel durum şimdilik bu alanda yaşadığımız yabancılaşmayı derinden hissetmemize engel olan sıcak gelişmelerin gölgesinde şekilleniyor. Ancak bir süre sonra sular durulduğunda –şayet böyle bir şey mümkün olursa tabii–, bu alanda yaşadığımız yabancılaşma, bastırılamayacak şekilde kendisini hissettirecektir. O aşamada derin bir çatışmaya ve onun getireceği yeni kırılmalara maruz kalmamak için bugünden bu meseleyi çalışmakta çok büyük faydalar var…

27 Kasım 2012 – Milli Gazete