Muhtelif Meseleler-2

Ebubekir Sifil2004, 2004 Yılı, Gazete Yazıları, Haziran 2004, Haziran Ayı 2004 OS, Okuyucu Soruları

Soru: Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî‘nin “Bir müslimde 99 küfür alameti görülse, bir iman alameti olsa onun küfrüne hükmetmeyiz” sözü ne demektir? Yani adam 99 tane küfür sözü söylese de, bir tane alamet-i iman hamili olsa onu, tekfir etmeyiz mi diyor? Bu nasıl olur peki?”

Cevap: Gümüşhânevî hazretlerinden nakledilen söz, hemen bütün Ehl-i Sünnet ulemanın (özellikle de müteahhirunun) Kelam ve Fıkıh kitaplarında rastladığımız bir hükmü ifade etmektedir. Tekfir (bir kimsenin herhangi bir söz veya fiilden dolayı küfre girdiğine hükmetmek), yerli yerinde işletilmediği zaman dünyevî ve uhrevî çok büyük sıkıntılara yol açabilecek bir müessesedir. Günümüz şartlarında bir şey ifade etmeyebilir; ama İslam tarihi, tekfir meselesinden dolayı bu Ümmet‘in yaşadığı büyük acı ve sıkıntılarla doludur.

Bu sebeple ulema, bir kimseyi tekfirde alabildiğine hassas davranmış, hatta maddi-manevi ağırlığı sebebiyle herhangi bir kimsenin tekfiri konusunda ağzını açmama kararı alanlar olmuştur.

Bu meselede ölçü, –İmam Ebû Hanîfe‘nin dediği gibi– şu olmalıdır: Bir kimse, kendisini iman dairesine sokan hususlardan (zarurat-ı diniyyeden) herhangi bir hususu inkâr etmedikçe tekfir olunmaz.

Bu noktada “küfr-i lüzumi” ile “küfr-i iltizami” ayrımına dikkat etmek gerekir. Bir kimseden, bilerek-isteyerek küfre girmeyi kasd etmeksizin sadır olan “elfaz-ı küfür“, “küfr-i lüzumi” grubuna girer. Yani insanları imanküfür sınırına riayet konusunda titiz olmaya teşvik için “Şu şu sözleri söylemek küfürdür” denmiştir. Bir kimse küfre girmeyi niyet etmeksizin –mesela kızgınlıkla veya sürçü lisan ile– bu sözlerden birisini söylemiş olursa, hemen tekfir edilmemelidir. İşte soruda ifade edilen husus bu durumda söz konusu olur.

Ancak bu sözler bir kimseden bilerek-isteyerek sadır olsa ve kişi, bu sözlerin, sahibini küfre düşüreceğini biliyorsa, burada “küfr-i iltizami” gündeme gelir…

Soru:Ehl-i Sünnetin selef uleması müteşabihatı tevil etmemiştir. El, yüz, istiva gibi v.s. müteşabihatı örnek verebiliriz, veya İmam-ı Malik‘in “İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vaciptir” dediği gibi. Lakin halef uleması ise müteşabihatı tevil yoluna gitmiştir. Selef ve halefin bu kabil tavrı birbirine muhalefet etmek demek midir?”

Cevap: Müteşabihatın tevili konusunda soruda dile getirilen tesbit doğrudur. Selef‘in yakîn ve teslimiyeti, müteşabihata tevilsiz iman etme konusunda herhangi bir problem çıkmasını engellemiştir.

Ancak zamanla Ümmet fertlerinin iman ve yakîninin zayıflaması ve teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine müteşabihatın, akla, muhkem nasslara ve Arap dili kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek tarzda tevili kaçınılmaz olmuştur. Halef uleması (müteahhirun) bunu yaparken de, müteşabihata tevilsiz imanın asıl olduğunu da belirtmiştir.

Söz gelimi İbn Teymiyye, İmam Mâlik‘in o sözünü şöyle anlamıştır: “İstiva malumdur” demek, “istiva” fiilinin sözlük anlamı malumdur” demektir. Şu halde Allah Teala‘nın Arş‘a istivası da bu anlamı ifade eder. İmam Mâlik‘in “İstivanın keyfiyeti meçhuldür” sözü ise, Allah Teala‘nın Arş‘a –sözlük anlamıyla– istivasının “nasıl” olduğunu bilemeyiz demektir.

Oysa İmam Mâlik‘in “İstiva malumdur” derken, “istivanın sözlük anlamı malumdur” değil de, “Allah Teala’nın bir fiili olarak istiva malumdur” demek istemediğini nereden biliyoruz? Şurası kesin ki, Allah Teala‘nın, “anlamı malum bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz” demektense, “Allah Teala’nın, bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz” demek tenzihe daha uygundur…

Soru: “Gayri müslimlere kabirde azab var mıdır, yoksa onların cezası mahşere mi tehir edilmiştir?”

Cevap: Gerek Firavun ve hanedanı hakkındaki 40/el-Mü’min, 46 gibi ayetler, gerekse kabir azabı hakkındaki hadisler, inanmayanlar için de kabir azabı bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Soru: Sakal ve sarık sünnet midir? Muhalif kaviller olduğu için soruyorum. Mesela Yaşar Nuri Öztürk, “Ebu Cehil de sakallıydı ve sarık sarıyordu; o yüzden sakal ve sarık sünnet değildir. Yörenin ve zamanın adetleridir” diyor.”

Cevap: Sakal ve sarık sünnettir. Ebû Cehil‘in veya diğer herhangi bir inkârcının sakallı-sarıklı olması, bunları sünnet olmaktan çıkarmaz. Bilindiği gibi vahiy üç türlü ahkâm vaz etmiştir:

  1. Önceden hiçbir şekilde bilinmeyen ve uygulanmayan hükümler; ibadetler için niyet şartı, abdest, gusül… gibi ahkâm böyledir.
  2. Mevcut uygulamaları kökünden kaldıran hükümler; faizin yasaklanması gibi.
  3. Mevcut uygulamaları ıslah eden, daha doğrusu “İslamîleştiren” hükümler; alışveriş, nikâh, talak, hac, vakıf… ahkâmı gibi. Sakal ve sarık da böyledir. Efendimiz (s.a.v) bu tür uygulamaları belli bir şekil ve içerik değişikliği ile tatbik ettiği için artık bunların inkârcılarla ilgisi kesilmiş demektir.

Cahiliye döneminde müşriklerin Kâbe‘yi tavaf ettiğini biliyoruz. Nasıl bu durum hac ibadetinin İslam‘a has olduğu gerçeğini değiştirmezse, sakal, sarık vb. uygulamalarda böyledir.

Milli Gazete – 26 Haziran 2004