İslam sadece 6 bin küsür Kur’an ayetinden ibaret midir?
Bu soruya, hem “evet”, hem de “hayır” diye cevap vermek mümkündür.
Evet demek mümkündür; zira ahkâm-ı ilahiyyeyi ortaya koymada Sünnet, İcma, Kıyas ve tali deliller de kaynağını Kur’an’dan alır. Dolayısıyla bu delillerle amel etmek de son tahlilde Kur’an’ın emir ve yönlendirmesiyle olduğundan, İslam’ı Kur’an’dan ibaret bir din olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Hayır demek mümkündür; zira bir önceki maddede kaynağını Kur’an’dan aldığını söylediğim deliller, Kur’an’da sarahaten yer almayan hükümlere kaynaklık ederler. İslam bu hükümlerin tamamının oluşturduğu dinin adı olduğuna, dolayısıyla onlarsız bir İslam tasavvur etmek mümkün olmadığına göre, Kur’an 6 bin küsür ayetten ibarettir demenin imkânı yoktur.
Görülüyor ki, bu cevapların hiç birisinde, “Kur’an Müslümanlığı” olarak ifade edilen şey kendisine yer bulamaz.
Eğer Kur’an ayetlerini, istediğimizi söyleteceğimiz, arzu ettiğimiz anlamı yükleyebileceğimiz bir “metin”e indirgersek, ortaya Kur’an ayetlerinden hareketle oluşturulmuş bir din çıkar. Ama bu, İslam olarak isimlendirilemez. “Kur’aniyyun”, ya da onun ülkemizdeki versiyonu olan “Mealcilik” akımının mensuplarının , namaz, oruç, zekât, hacc… gibi temel ibadetleri bildiğimiz anlamda yerine getirmesi mümkün değildir. Çünkü bu temel ibadetlerin bildiğimiz form ve muhtevası Sünnet tarafından belirlenmiştir. Sünnet’i yok sayan Müslümanlık anlayışı eğer dürüst ve kendi içinde tutarlı olduğu iddiasındaysa, namaz, oruç, zekât ve hacc gibi temel ibadetleri yeni baştan tanımlamalıdır. Bu durumda namaz, oruç, zekât ve hacc adına ortaya, bu Ümmet’in 1400 küsür yıldır bilip uyguladığından çok farklı şeylerin çıkması kaçınılmazdır. Bunu niçin yapmıyorlar?
Bir diğer husus: Sünnet’i bir kurum ve kaynak olarak kabul eden herkes, Efendimiz (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almayan hükümler getirdiğini bilir ve kabul eder. Çünkü bilir ve kabul eder ki, bu çerçevedeki Sünnet de vahye dayanır.
Buna itirazı olanlar, Efendimiz (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almadığı halde –mesela– Cuma günü öğle namazını iptal ederek yerine “Cuma namazı” diye bir namaz ihdas ettiğini, onu da ezanı cami içinde okunan (dış ezan uygulaması Hz. Osman (r.a) zamanında getirilmiştir) ve hutbe eşliğinde eda edilen bir namaz olarak belirlediğini, en önemlisi de bütün bunları Kur’an’dan almadığı bir yetkiyle ve vahyin onayını almaksızın yaptığını söylemek zorundadır! Biz O’nu bundan tenzih ederiz. Ama Kur’an Müslümanlığı iddiasında olanlar, dürüstlük ve tutarlılık adına böyle bir peygamber tasavvuruna sahip olduklarını itiraf etmek durumundadırlar! Çünkü Cuma namazı zımnında yerine getirilen mezkûr hususların hiç birisi Kur’an’da yer almaz.
Burada, “Cuma namazı” diye bildiğimiz namazı Hz. Peygamber (s.a.v)’in teşri kılmadığı, zaman içinde ulemanın böyle bir uygulama başlattığı söylenerek yukarıda söylediklerime –teorik olarak– itiraz edilebilir. Ama Cuma namazının “amelî tevatür” kapsamında olduğunu, yani sayıya-hesaba gelmeyecek kalabalıkların Efendimiz (s.a.v) döneminden bu yana birbirlerine aktarması suretiyle bize kadar intikal eden bir ibadet olduğu gerçeğini dikkate almadığı için bu itiraz geçersizdir.
Daha başka örnekler de zikredilebilir şüphesiz. Ama sadece bu örneğin bile, “Kur’an Müslümanlığı” söyleminin hiçbir makul temele dayanmadığını, sahici bir Kur’an anlayışına dayalı “İslamî” bir söylem olmadığını ortaya koymaya yeterlidir.
Haftaya devam edelim.
Milli Gazete – 24 Şubat 2008