İnsan ve Teklif

Ebubekir Sifil2004, 2004 Yılı, Aralık 2004, Aralık Ayı 2004 OS, Gazete Yazıları, Okuyucu Soruları

“Okuyucu Soruları” serisi devam ettikçe, bir taraftan da –bazı okuyucuların da tariz yollu dile getirdiği gibi– “acaba asıl formatımızdan sapıyor muyuz” diye kendime sık sık soruyorum. Ama bu serinin, sizlerle aramızdaki canlı iletişimi (moda tabiriyle “interaktif ilişki”yi) daha bir takviye ettiğini ve farklı açılımlar sağladığını görmek de doğrusu rahatlatıcı.

“Okuyucu Soruları” serisinin, alışılagelmiş “soru-cevap” tarzını da ihtiva etmekle birlikte, çok daha geniş ve derinlikli bir boyut içerdiğini gösteren mesajlardan biri şöyle:

Soru: (…) Cahil kafirin durumuna dair cevabınızı köşenizden okuduk, Allah razı olsun. Lakin kendimi pek rahatlamış sayamadım. Bilemiyorum cevabınız bir sonraki köşe yazınızda devam edecek mi (not göremedim), ama sabredemedim.

İmam Rabbani (ks) hazretleri meseleyi 259. mektubunda ele alıyor. İmam Maturidi (rha) ve yolundaki alimlerin sadece akıl ile Allah’ın varlığının ve birliğinin bulunabileceği görüşlerine karşı çıkıyor, kendisi de cevabın zorluğunu teslim ediyor ve ancak kendisine “bildirilen” bir cevap ile iktifa ediyor. Bu tür insanların, durumlarına göre bir müddet azab edilip sonra hayvanlarla beraber yok edileceğini söylüyor. Tabii bundan hüküm çıkartmamız mümkün değildir. Zira gene kendisi başka bir mektubunda “bizi sadece nass bağlar” mealinde söylemektedir (216. mektub).

Kaldı ki bu izahat da bizi çeşitli açmazlara götürebilir. Şöyle ki:

Malumunuz, dünya imtihan yeridir. Şimdi; Allah (cc), dini ile imtihan etmeyeceği ruhu neden et giydirip dünyaya yollasın, hesap gününde hesaba çeksin ve sadece kötülüklerine ceza versin, sonra da yok etsin? Daha da ötesi, yok edeceği ruhu neden yaratsın ve misak alsın? Münkir-mümin bir yana, neticede eşref-i mahlukattan bahsediyoruz. Yoksa meseleyi “hikmetinden sual olunmaz” sınıfına mı sokmalıyız?

Öte yandan Maturidi görüşü ele alırsak, akıl sahibi herkesi –tebliği alsın, almasın; beşeri, ailevi, coğrafi ve tarihi konumu ne olursa olsun– mükellefiyet/taahhüt altına sokmuş olabiliriz ki, bunun da insanı, haşa, “o zaman risalet, nübüvvet müesseselerine (bilhassa tevhide davet vechi ile) ne gerek vardı” demeye kadar götürmesi işten bile değildir.

Hülasa; mesele beni ziyadesiyle rahatsız ediyor. Zira belli bir kısım imansızdan değil, kabaca bir tahminle, gelmiş geçmiş insanların belki de ekseriyetinden bahsetmekteyiz. Tarihi ve sosyal teferruata girmeye lüzum görmüyorum, muhakkak ki beni iyi anlıyorsunuz.

Ancak şu kadarını arz edeyim ki, tebliğ ve daveti yıllar boyu birebir en yakını olan Resulullah (sav)’dan aldığı halde iman etmeyen Ebu Talib’i ateşe sokmaya dili (haklı olarak) rahat rahat varamayan ehl-i sünnet ulemasının, Patagonya’daki cahil çoban misali kendi halinde rızk peşinde koşmakla ömrünü geçirmiş insanları bir kalemde cehennemin dibine yollarken hangi insaf sınırları dahilinde ve ilmi deliller ışığında muhakemede bulunduklarını sormadan da edemiyorum.

Ayrıca bu taş, duvarın son derece hassas bir noktasındaki taşdır. Bunu çok iyi bilen din tahribcileri (başta dialogcu taifesi), İblis’in alkışları eşliğinde bu taşa olanca güçleri ile abanmaktadırlar. Bu taş bir şekilde ama mutlaka tahkim edilmelidir.”

 Cevap: “Elcevap caizdir/değildir” şeklinde “kestirmeden” mukabele edilmesi mümkün olmayan bir soru(n) ile karşı karşıyayız. Tefsir‘den Kelam‘a birçok ilim dalının temel meselelerinden birini teşkil eden bu soru(n) hakkında burada neyi ne kadar anlatabiliriz bilmiyorum; ama bu meselenin birkaç yazı boyunca süreceği kesin… Her şeyden önce şu sorunun cevabı önemlidir: Bu dünyaya, Hakk‘ı kabul ve ona inkıyad edecek özelliklerle (fıtrat) donatılmış olarak gönderilen ve “Bezm-i elest“de bunun gereğini bir kere ortaya koymuş olan insanlardan bir kısmı “teklif“e muhatap iken, bir kısmı bundan azade midir?  Burada bulunuşumuzun temel sebebi üzerinde konuşurken meseleyi dağıtmadan şu tesbiti yapmak durumundayız: Allah Teala‘nın insandan evvel emirde istediği, “varlık” üzerinde kafa yormasıdır. İslamî terminolojide bu fiil hakkında kullanılan tefekkür, tedebbür, taakkul, tezekkür… gibi tabirler, ilk adımda insanın bu dünyada bulunuşunu anlamlandırma çabasını ifade eder. (Daha ileriki safhalarda bu tabirlerin, “bulmak için arama“yı değil, “bulunan üzerinde yoğunlaşma“yı anlattığına, ayrıca her iki aşamada ortaya konan faaliyetin, modern/uyduruk bir kavram olan “düşünce” ile hiçbir ilişkisi bulunmadığına dikkat edilmelidir.) Devam edecek

Milli Gazete – 4 Aralık 2004