Diyalog Hakkında (Şimdilik) Son Olarak

Ebubekir Sifil[dosya], 2004, 2004 Yılı, Aralık 2004, Aralık Ayı 2004 OS, Dinler Arası Diyalog, Gazete Yazıları, Okuyucu Soruları

Dinlerarası diyalog faaliyetlerini yürütenlerin, yaptıkları işin meşruiyetini (hatta “zaruretini”!) isbatlamak amacıyla ortaya attıkları sözümona “delil”lerin, maksadı hasıl etmekten uzak olduğu, son 6 yazıda yapmaya çalıştığım kısa tahlillerden anlaşılmış olmalıdır.Bugün konu hakkında son olarak söylenebilecekleri toparlayarak –gerektiğinde tekrar dönmek üzere– şimdilik bu bahsi kapatacağım.

1. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin “İslamî”, hatta “İslam’ın emri” olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu bir “politika”, içeride (ve hatta belki “dışarıda” da) yaşanan sıkıntılardan bir “çıkış yolu” olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir.Bunlardan ilki, yapılan işin “mahza emr-i ilahî” olarak nitelendirilmesi sebebiyle, diyaloğun İslam‘ın “olmazsa olmazı” olduğunu ileri sürmek anlamına gelirken, ikincisi, –ucu yine Din‘e dokunmakla birlikte– belli bir cemaatin sübjektif anlayış ve politikası sınırında tutulması ve anlaşılması gereken bir faaliyet olarak hadiseyi lokalize eder.Diyalog faaliyetlerini yürütenler, meseleyi ilk nokta-i nazardan ele aldığı ve dahi sonuçları da umumi olacağı için, önümüzde, bütün Ümmet-i Muhammed (s.a.v)’i ilgilendiren bir durum var demektir.Bu gerçeği meseleye bakışımızın temel hareket noktası yaparak devam edersek:

2. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin İslam‘ın onayladığı biçimde yürütülüp yürütülmediği konusunda diyalogcularla aramızda görüş ayrılığı bulunduğuna göre, meselenin benim baktığım pencereden arz ettiği görünümü dile getirmek benim için hem bir “hak”, hem de “sorumluluk”tur.Şimdi şu ikileme bir bakın:Bir yanda Ümmet-i Muhammed (s.a.v), diğer yanda Ehl-i Kitap ve diğerleri.Diyaloğun “İslam’ın emri” olduğunu söyleyenler, nedense bunun, öncelikle Müslümanlar‘a yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bir emir olduğunu düşünmüyor, dillendirmiyor; onları olduğu gibi kabul edip inançlarına saygı duymuyor, hatta canları sıkıldığında Müslümanlar’ı türlü olumsuz sıfatlarla tavsif etmekten geri durmuyor.

Peki aynı kesimin Ehl-i Kitap ve diğerleri hakkındaki tavrı nasıl?Siz şimdiye kadar bu kesimin politikalarını belirleyenlerden, Ehl-i Kitab‘ın İslam ve Müslümanlar‘a yönelik her türlü ithamat ve hücümatını tenkit mahiyetinde bir satır okudunuz ya da duydunuz mu?Bütün kesimleriyle Ehl-i Kitab‘ın İslam ve Müslümanlar‘a yönelik olarak her sahada yürüttüğü “kuşatma” politikalarına inat ve ısrarla sessiz kalınırken, Müslümanlar‘ın uyarı ve eleştirilerine tahammülsüzlük gösterilmesi belki diyalog zemininin zedelenmemesi kasdıyla ya da kendilerine yönelik eleştirilere haklılık payı kazandırmama düşüncesiyle açıklanabilir belki; ama bu tavrın “meşru/dinî” bir izahı yapılamaz!

3. Diyalog faaliyetlerinin, “yeryüzünde barış ve adaletin tesisi” söylemiyle gerekçelendirilmesi de inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. Zira yeryüzünde barış ve adaletin tesisinin önündeki en büyük engelin bizzat Ehl-i Kitap olduğunu görmemek için ya aşırı saf veya maksatlı olmak gerekir.Diyelim ki bu gerekçeye samimi olarak inanıyorlar. Peki bugüne kadar “diyalog ve hoşgörü” adı altında düzenlenen organizasyonlar bu amacı gerçekleştirmeye ne kadar hizmet etmiştir? Alayı vala ile yapılan onlarca organizasyondan geriye kalan nedir?

4. Bunu da izninizle ben söyleyeyim: Bu organizasyonlar Müslüman milletimizin hafızasını silici, Tevhidî hassasiyetini zedeleyici ve kültürel/toplumsal dokusunu tahrip edici bir işlev görüyor.Özellikle son yıllarda ortaya atılan “İbrahimî/semavî dinler“, “dinlerin aşkın birliği” gibi kavramlar, İslam‘la Yahudilik ve Hristiyanlık arasındaki “temelli” ihtilafları buharlaştırıcı bir etki yapıyor. “Bunda ne var?” demeyin. Zira olay Yahudi ve Hristiyanlar‘ın Müslümanlar‘a değil, Müslümanlar‘ın onlara yaklaşması tarzında cereyan ediyor. Bunun dinî, siyasî, kültürel ve toplumsal yansımalarını yavaş yavaş görmeye başladık. Küresel yansımalarını ise önümüzdeki dönem gösterecek…

Eğer Yahudi ve Hristiyanlar‘ın amentüsü yanlış ise ve bu yanlış amentü, dünyanın kana bulanmasını intaç edici bir işlev görüyorsa, yapılması gereken şey, onları “oldukları gibi kabul etmek ve kendilerine saygı duymak” değil, Kur’an ve Sünnet‘te gördüğümüz tarzda kendilerini Hakk’a, hakikate davet etmektir. İçinden geçmekte olduğumuz küresel krizlerin ve İslam coğrafyasında yaşanan çok yönlü vahşetin sorumlusunun kimler olduğunu bilmeyen var mı?”“Benim dinim hak, diğerleri batıl” tavrıyla diyalog olmaz; nasıl onların dini bize göre batıl ise, bizim dinimiz de onlara göre batıl” diyebileceklere son söz olarak şunu söyleyelim: Habibullah‘ı ve hatta Hz. Musa ve Hz. İsa‘yı (hepsine salat ve selamın en güzeli) derinden inciteceğinde kuşku bulunmayan bu tavır, sahibini kurtarmaz ki dünyayı kurtarsın!!

Not:Geçtiğimiz Cumartesi günü rahmet-i Rahman’a yürüyen merhum ve mağfur Sadrettin Yüksel hocaefendiye Yüce Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve ilim alemine başsağlığı dilerim.

Milli Gazete – 28 Aralık 2004