Zekâta Hakkını Vermek

Ebubekir Sifil2008, Ekim 2008, Gazete Yazıları

Hakkı verilerek yerine getirildiğinde modern dünyanın ızdırap ve bunalımlarının bir kısmını doğrudan, bir kısmını da dolaylı etkileriyle ortadan kaldırabilecek bir ibadet zekât. Toplumsal dayanışma, yardımlaşma, fedâkârlık… işin sadece görünen yüzü. Görünmeyen tarafta ise bireyiyle toplumuyla bir bütün olarak “insan”ı kucaklayan bir gerçeklikle karşı karşıya geliyoruz.

Kurumsal yapıdan ve sistematikten mahrum bulunduğu, sadece kişisel hassasiyetlerle yürütüldüğü halde bireysel ve toplumsal planda bizi ne türlü badirelere düşmekten kurtardığını gördüğümüz zekât, hiç şüphesiz ait olduğu “bütün” içinde kavuşur kâmil anlam ve fonksiyonuna. Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tesis eden ve devam ettiren bağ elbette sadece zekâttan ibaret değildir. Bize müslüman birey, toplum ve ümmet olma bilinci veren, bu bilinci bir “hal” olarak yaşatan pek çok unsurla birlikte ele alındığında ancak kavranabilir zekâtın gerçek anlamı.

“Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirler, miskinler, zekat toplama görevlileri, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar içindir. Allah tarafından kesin olarak böyle farz edildi. Allah, herşeyi bilendir, hikmet sahibidir” (9/et-Tevbe, 60) ayetine yakından baktığımızda Müslüman bir topluma karakterini veren temel sosyal ve ekonomik mekanizmaların özünü görürüz.

Bir toplum düşünün ki, fakirlere, kimsesizlere karşılıksız yardım yapıyor, daha Türkçesi “para veriyor.” Sadece onlara değil. Borcunuz mu var; zekât müessesesi yanınızda. Yolda mı kaldınız; zekât fonu yetişiyor imdadınıza. Mealini zikrettiğim ayet-i kerimede yer alan 8 sınıfın her biri hakkında söylenebilecek, söylenmesi gereken çok şey var şüphesiz. Ama biz burada bunlardan sadece birkaçı üzerinde duralım kısaca:

  1. Fakir ve miskinler: Zekât denince toplumumuzda ilk akla gelen sınıf bunlardır. İlk bakışta aralarında mahiyet farkı olmamakla birlikte, bu iki tabir farklı kesimleri anlatır. Kısacası “miskin”, hiçbir şeyi olmayan, dolayısıyla “fakir”den daha zor durumda olan kimsedir. Evlenemeyenler, iş kuramayanlar, evsiz-barksız olanlar da bu kaleme dahildir.
  2. Borçlular: İster ticaret erbabı, isterse başka sınıftan olsun, borcunu ödeyecek gücü olmayan kimselerdir. Kişi borcunu ödeyemeden ölmüş olsa dahi zekât fonu onun borcunu üstlenip, alacaklısına öder.
  3. Yolda kalmışlar: Özellikle yolculuğun maliyetinin eski devirlere göre dahpa yüksek olduğu bir zaman diliminde bu kalemin ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor olsa gerektir. Eskiden bir kervana dahil olarak istediğiniz yere oldukça düşük bir maliyetle gidebilirdiniz. Şimdi ise konaklama ve barınma masraflarını ve “kervansaray” gibi herhangi bir bedel ödemeden geceleyebileceğiniz mekânların mevcut olmadığını da düşündüğünüzde bu durumun hayli değiştiği daha kolay anlaşılır.
  4. Köleler: Özgürlüğüne kavuşmak üzere efendisiyle kitabet anlaşması yapmış olan köleler ayrı bir sınıfı teşkil ediyor. Günümüzde bu kalemin yerini, şartlar oluştuğunda savaş esirlerinin alabileceğini söylemek –inşaallah– yanlış olmaz.
  5. Müellefe-i kulub. Kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler. Yusuf el-Karadâvî bu sınıfı hayli detaylı bir şekilde ele almış ve izah etmiş. Dilimize İslam Hukukunda Zekât adıyla çevrilen eserinden incelemekte fayda var. Hz. Ömer (r.a)’in, müellefe-i kuluba zekâttan fay verilmesi uygulamasını durdurduğunu söyleyenler durumu yeterince incelemeden, acele verilmiş bir peşin hükümle hareket ediyor. Aslında onun yaptığı, bu fonun, artık müellefe-i kulub sınıfına girmeyen bazı kimseler için işletilmesini durdurmaktan ibarettir. Bu durumu günümüzde köle kalmadığı için bu kalemin uygulamasının otomatik olarak düşmesine benzetebiliriz. (Geniş bilgi için Hz. Ömer ve Nebevî Sünnet’e bakılabilir.)

Zekâtın bu sınıflardan birine girenlere elden verilmesi (temlik) vecibesi, günümüzde birtakım kurumlar aracılığıyla İslamî hizmet yapan bazı kimseler tarafından esnetilmek istenmektedir. Oysa bu kurumlar aracılığıyla yürütülen hizmetler, “infak” ruhunun yaşatılması ile mümkündür. Malum olduğu gibi infak, mali ibadetlerin en genel addır ve zekâtı da içine alır.

Bu babda değinilmesinde fayda gördüğüm bir diğer nokta da Haşimî olanlara zekât verilmeyişidir. Bu tıpkı kişinin anne ve babasına zekât veremeyişi gibidir. Yani siz zaten onları muhtaç duruma düşürmemekle mükellefsiniz. Haşimoğulları da Efendimiz (s.a.v)’in soyu olması hasebiyle ayrı bir itina gösterilmesi, hatırlarının daima hoş tutulması gereken bir mübarek soydur. Osmanlı’da bunun gerçekten ibretamiz uygulamaları, kurumsal tezahürleri vardır.

Zekâtın bizzat fakire verilmesi, son günlerde gündemi işgal eden Deniz Feneri derneği tarzı şaibeleri de ortadan kaldıracak en emin yoldur.

Milli Gazete – 4 Ekim 2008