Yeni Dinler Tasnifi ve Müslümanların Diğer Dinlere Bakışı

Ebubekir Sifil2008, Eylül 2008, Gazete Yazıları

Müslümanlar doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir kabulle dinleri “hak din” ve “batıl dinler” diye ikiye ayırır. Hak din, Hz. Adem (a.s) ile birlikte başlayan peygamberler silsilesinin, insanlara tebliğ ettiği vahiy kaynaklı hükümler bütününü ifade eder. Şeriatlar/amelî hükümler –yine vahye bağlı olarak– zaman ve zemine göre bir peygamberin tebliğinden diğerine değişiklik arz etse de, itikadî umdeler değişmez.

Bu tasnifin “Semavî dinler-Beşerî dinler” tarzında ifade edildiği de vakidir. Her iki tasnif de aynı şeyi anlatır. (İmam es-Süyûtî’nin, “İslam” isminin Son Din’e, “Müslüman”ın da Ümmet-i Muhammed’e has olduğuna dair güzel bir risalesi vardır.)[1]Bkz. el-Hâvî, II, 213 vd.

Bu çerçevede aslı vahye ve bir peygamberin tebliğine dayanmakla birlikte, zaman içinde insanlar tarafından tağyir ve tahrif edilen dinler de “Batıl dinler” kategorisindedir.

Meseleyi böyle vaz ettiğimizde İslam dışındaki dinler “Batıl dinler” kategorisine girecektir. Normal ve asıl olan budur.

Kur’an ve Sünnet temelli bu tasniften sarf-ı nazar ederek bir başka tasnif esas alındığında meselenin mahiyet değiştirdiğini görüyoruz. Bu cümleden olarak, birtakım Hristiyan teologların ortaya attığı “Kapsayıcı dinler-Dışlayıcı dinler-Çoğulcu dinler” tarzında bir tasnifin tedavülde olduğu görülüyor. Modern zamanlara mahsus olan bu kavramsallaştırma, dinler hakkında “Hak-batıl” ayrımı yapan Kur’an ve Sünnet temelli tasnifi “Dışlayıcı dinler”e mahsus bir tavır olarak tesbit ve kategorize etmektedir.

Aynı vadide icra-i faaliyet eden başka kavramlarla birleştiğinde bir din hakkında kullanılan “kapsayıcı” ya da “çoğulcu” kavramlarının muhatapta daha olumlu çağrışımlar yapacağı/yaptığı açıktır. Dolayısıyla “dışlayıcı” olarak kategorize edilen bir dinin, “dar” bir bakış açısına sahip olduğu, Allah’ın rahmet ve merhametini “Allah’ın muradına aykırı olarak” ve “bencilce” sadece kendisine ve bağlılarına tahsis ettiği… gibi ithamların muhatabı olması kaçınılmazdır.

Kur’an ve Sünnet’in en temel vurgularından olan “Tevhid”, “Hak” gibi kavramların anlam ve önemini yitirerek yerini çoğulculuğa, izafiliğe bırakması, aslında “Tevhid”in reddedilerek yerine “şirk”in, “Hakk”ın reddedilerek yerine “batıl”ın ikame edilmesinden başka bir şey değildir.

Hz. Musa (a.s) Tur dağına çıktığında –kardeşi Hz. Harun (a.s)’ı başlarına gözetleyici bıraktığı halde İsrailoğulları, nasıl oldu da Samiri önderliğinde şirke saptılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar dersiniz?

Yahut Hz. İsa (a.s)’ın terk-i dünya etmesinin üzerinden henüz çeyrek asır geçmişken ve Havariler henüz hayattayken Hristiyanlık denen din nasıl ortaya çıkıp hızla yayılma imkânı bulmuştur?

Artırılması mümkün olan bu ve benzeri soruların ortak bir cevabı vardır ve şudur: Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar.

Doç. Dr. Mahmut Aydın’ın Dinsel Çoğulculuk temalı çalışmalarının, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Eğitim merkezlerinde yardımcı literatür kategorisinde esas alınması bu bakımdan endişe vericidir. Muhtemelen aynı kategoride bulunan iki farklı yaklaşımdan birini yansıtan hüviyeti ile “dengeleyici” olması düşünülmüş ise de, mikrofonu elinde bulunduranlarca “bilimsel objektiflik” kriterlerinin dahi –özellikle Sosyal Bilimler alanında– nasıl göreceli bir mahiyete dönüştüğü herkesin malumudur.

Bir de mesele “Din” ve “itikad” olunca, burada daha bir hassasiyet gösterilmesi gerektiği izahtan varestedir.

Milli Gazete – 6 Eylül 2008

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Bkz. el-Hâvî, II, 213 vd.