Kimi zaman vahyin, Sahabe’den bazılarının –özellikle de Hz. Ömer (r.a)’in– öngörüsü doğrultusunda –hatta onların kullandıkları ifadelerle– inmiş olmasından hareketle Sahabe’nin, somut olay karşısında vahyin ne tarzda ineceğini kestirebildiğini genelleme yaparak söylemek mümkün müdür?
Eğer bu konudaki rivayetlere güveniyorsak –ki durum onu gösteriyor–, herhangi bir sahabînin, “Şu konuda şöyle bir vahiy inecek” şeklinde bir “önsezide” bulunduğunu gösteren herhangi bir veri bulunduğundan ben haberdar değilim. Bence olay şudur: Sahabî, herhangi bir olay karşısında görüşünü dile getirmiş ve akabinde onun bu kanaatte haklı olduğunu –bazen gerçekten sahabînin kullandığı ifadelerle aynı formatta– vurgulayan vahiy inmiştir. Bu, sahabînin o konuda vahiy ineceğini ve inecek vahyin formatını önceden kestirebildiğini değil, o kanaatin vahye muvafık düştüğünü gösterir. Yukarıda da söylediğim gibi bu duruma ilişkin sınırlı sayıdaki örnekten hareketle genelleme yapmak doğru değildir. Aksi halde,
1- Murad-ı ilahîye ne kadar muvafık olursa olsun, beşer takdirinin vahyin önüne geçtiğini söylemek gerekecektir ki, bunun vahyin fonksiyonunu sıfırlamaktan başka bir anlamı olamaz. 2- Bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)’in bile –Bedir esirlerine uygulanacak muamele, Übeyy b. Selûl’ün cenaze namazını kılması gibi– bir kısım örneklerde murad-ı ilahî ile örtüşmeyen kararlar verebildiği –ve tabii vahiy tarafından olaya hemen müdahale edildiği– ortadayken yukarıdaki genellemeyi Sahabe hakkında yürürlüğe koymak, Sahabe’yi Hz. Peygamber (s.a.v)’in önüne geçirmek anlamına gelecektir.
Burada bir noktayı, daha doğrusu bir “problem”i daha ortaya koyalım: Hz. Ömer’in hilafete geldikten sonra ortaya koyduğu bazı uygulamalar bu bağlamda sıkça –kelimenin tam anlamıyla– “istismar” edilmektedir. Şu anda yazımı sürmekte olan Doktora tezimin de konusu olan bu uygulamalar bağlamında en çok gündeme getirilen olayı kısaca ele alalım: Hz. Ömer (r.a)’in, Irak ve Suriye arazilerini gaziler arasında taksim etmediği, oysa Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Hayber arazisini gaziler arasında bölüştürdüğü söylenerek, buradan “Sünnet’in ruhu” söylemine yol açıldığı düşünülüyor. Oysa eğer Hz. Ömer (r.a)’in ileri sürdüğü 59/el-Haşr, 7-10. ayetleri bu konuya delil oluşturuyorsa, Hz. Peygamber (s.a.v)’in hicretin 7. yılında Hayber’deki uygulaması, hicretin 4. yılında inmiş olan bu surenin ilgili ayetlerine aykırı görünmektedir. Bir diğer deyişle bu surenin ilgili ayetlerinin Hz. Ömer (r.a)’in uygulamasına delil teşkil ettiği düşüncesi doğruysa, Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulaması bu ayetlere ters düşmektedir; Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulaması doğruysa Hz. Ömer (r.a)’in istidlalinde problem var demektir. (Konuyla ilgili olarak ileri sürülen diğer örneklerin durumunu Doktora tezimde alabildiğine geniş bir şekilde ele alıyorum. Bu çalışmanın neşri müyesser olduğunda artık Hz. Ömer (r.a)’in uygulamaları konusunun böyle “rahat” bir şekilde “kullanılmaya” elverişli olmadığı görülecektir.)
Bu konunun –bazı okuyucuları sıkacak şekilde– uzayıp giden bir “seri yazı”ya dönüşmemesi için sonuç olarak bir noktayı vurgulayalım:”Klasik” anlama usulleri, bu Ümmet’in vahiyle kurduğu “varoluşsal” ilişkinin bir yansıması olarak, yani bütün bir sistemin bir parçası olarak inşa edildikleri için sadece onlarla sınırlı bir çaba, su borusundan bakarak çevreyi algılamaya çalışmaktan daha ileri bir anlam ifade etmeyecektir. Birkaç santimetre çapındaki bir borunun ucundan bakmakta ısrar ettiğimiz sürece, borunun diğer ucunu çevremizde 360 derece döndürmüş olmak nasıl bize hiçbir zaman çevremizi bir bütün olarak algılama imkânı vermeyecekse, anlama yöntemleriyle sınırlı bir çaba da, meselenin teo-epistemolojik künhüne inemediğimiz sürece bizi kısır ve sonuçsuz bir çabanın içine hapsedecektir.
Milli Gazete – 26 Ekim 2002