Ulemanın “Usul” Çalışmalarını Nasıl Algılamalı?-3

Ebubekir Sifil2002, Ekim 2002, Gazete Yazıları

Din’in, Peygamber’in rehberliğinde ama artık O’nun fizik varlığı olmaksızın yaşanmaya başladığı ilk dönem Sahabe dönemidir. Bu dönemin, Din’i Peygamber’den telakki eden ilk neslin, yani ilk İslam toplumunun kendi ayakları üstünde durma tecrübesini yansıtması dolayısıyla ayrı bir önemi haiz bulunduğu muhakkaktır. Klasik usullerin temellerinin “beşer tecrübesi” bağlamında ilk referansını Sahabe kuşağının oluşturmasının esprisi burada yatmaktadır.

Zahid el-Kevserî şöyle der: “Hz. Peygamber (s.a.v), ashabını Din’de fıkıh sahibi yapmış ve kendilerini istinbat yöntemleri konusunda eğitmişti. Hatta daha kendisi hayattayken Sahabe’den 6 kadar şahıs fetva veriyordu. (İbnu’l-Kayyım, Sahabe’nin, Hz. Peygamber (s.a.v) hayattayken verdiği fetvaların, dinî hükümlerin Hz. Peygamber (s.a.v)’den tebliği anlamına geldiğini söyler. Bkz. İ’lâmu’l-Muvakkı’în, II, 232.) Hz. Peygamber (s.a.v)’in ahirete intikalinden sonra Sahabe bu 6 kişiden Fıkıh öğrenmeye devam etmiştir. Onların, Sahabe ve Tabiun arasında fetva vermekle meşhur olmuş öğrencileri mevcuttu….” (Makâlât, 161-2)

Bu gerçeği ondan asırlar önce İbn Teymiyye de şöyle tesbit etmiştir: “Usul-i Fıkıh hakkında konuşmak, onu Kitap, Sünnet, İcma ve re’y içtihadı şeklinde taksim etmek ve Şer’î delillerin Şer’î ahkâma delalet şekli üzerinde durmak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabı, Tabiun ve onlardan sonra da Müslümanlar’ın imamları zamanında bilinen bir husustu.” (Mecmû’u’l-Fetâvâ, XX, 401)

2

Tebliğde “Örf” olarak ifade edilen, aklî, lugavî ve sem’î alanları, sem’den hareketle ve birbiri ile irtibatı içinde yeniden tanımladığı söylenen “dini ilimler”in insanlar tarafından geliştirilmiş olmasının, onların keyfi veya indi olduğu anlamına gelmeyeceği, ancak “itibari” olduklarını ifade edeceği söyleniyor ki, kanaatime göre bu nokta biraz kapalı geçilmiş.

Ardından da dini ilimlerin geçerliliği temellendirilirken “ilmin maluma tabi olduğu” ilkesine başvuruluyor. Bununla varılan sonuç ise –İmam eş-Şâfi’î’den nakledilen tesbitin de yardımıyla– şu olmaktadır: Tefsir ve Fıkıh Usulü, yani “bilgi” ile, bilginin konusu olan “varoluş şekli” arasında bir uyum bulunması gerekir.

Buraya kadar herhangi bir problem yok. Ancak bundan sonra klasik usullerin geçerliliğinin garantisi olarak zikredilen, “Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inanılması”, “Onun açıklamasının Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yapılmış olması”, dolayısıyla “Hz. Peygamber (s.a.v)’e ittiba”, “İcma” ve “Kıyas” unsurları üzerinde biraz daha i’mal-i fikre ihtiyaç bulunduğunu düşünüyorum.

Zira;

  1. Klasik usullere itiraz eden ya da onların eksik/yetersiz olduğunu söyleyenler ile böyle düşünmeyenler arasında Kur’an’ın Allah kelamı olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değil. Burada problem., –özellikle birinci grupta yer alanlar bakımından– Allah kelamının bugüne hitap ediş tarzında ya da onun epistemolojik konumunda yatmaktadır.
  2. Sünnet’e ittiba konusunda A maddesinde söylenenler de geçerli olmakla birlikte bir başka problem de, özellikle günümüzde “Ehl-i Hadis” tarafından tartışılan “nakil” meselesinde gündeme geliyor. Yani Sünnet’in bize kadar intikal ederken herhangi bir müdahaleye maruz kalıp kalmadığı meselesi. (Uydurma hadisler, ravi tasarrufları vs.)

Milli Gazete – 26 Ekim 2002