Teşbih ve Tecsim

Ebubekir Sifil2005, Gazete Yazıları, Nisan 2005

Birer Kelamî kavram olarak her ikisi de –daha çok akademik metinlerde– “antropomorfizm” kelimesi ile karşılanıyor olsa da, “teşbih” ile “tecsim” arasında aslında birçok noktada farklılık vardır. İlki “Allah Teala‘yı herhangi bir yönden mahlukata benzetme”yi ifade ederken ikincisi Allah Teala‘ya cisimlere mahsus özellikler atfetme”yi anlatır.

Bir diğer deyişle “antropomorfizm” tabirinin karşılığı olan “tecsim“, tamamen “maddî/fizik” özellikler bağlamında yapılan bir benzetmeyi içerdiğinden, “teşbih“e göre daha dar kapsamlıdır.

Bu iki kavram Kelam literatüründe bilhassa “müteşabih” dediğimiz nassların anlaşılmasıyla ilgili olarak gündeme gelmiş ve nassların zahiri üzere (kelimelerin sözlük anlamları esas alınarak) anlaşılması gerektiğini söyleyenlerin, “Allah Teala‘nın eli, yüzü, gelmesi, inmesi”… gibi ilahî sıfat/fiilleri anlama/açıklama tarzlarını nitelendirmek üzere kullanıma girmiştir.

Teşbih/tecsim anlayışı Yahudilik ve Hristiyanlığın da baskın vasfı olarak dikkat çekmektedir. Tevrat‘ın İsrailoğulları‘na Mısır‘dan çıkışlarından itibaren “önlerine düşerek” yol gösteren, zaman zaman yere inen ve tekrar göğe çıkan… ilahı, Hristiyanlık‘ta akla zarar biçimde üçlü bir yapıya dönüşür. Bu “üçlü ilah” modelinin temeli, Eski Yunan ve Roma‘ya hakim pagan (putperest) kültürdür. İnsan biçimli tanrıları ve tanrıçalarıyla bu kültür Pavlus Hristiyanlığına “baba-oğul-kutsal ruh” üçlemesi tarzında sızmış ve böylece Hristiyan teolojisindeki aslî dönüşümü gerçekleştirmiştir…

Bu köşede zaman zaman detaylarına indiğim bu meselenin bugün bir başka veçhesine değineceğim.

Bizim geçmişimizde “teşbih/tecsim” –yukarıda da geçtiği gibi– daha çok “sıfatullah” alanındaki bir “anlama zaafı”na işaret ederken günümüzde daha farklı bir teşbih tarzı göçe çarpıyor.

Son örneği Ali Bulaç‘ın Pazartesi günkü yazısında görülebilecek bu teşbih türü, insanlara has bazı –soyut– özellikleri Allah Teala‘ya atfetmek ve mesela Allah Teala‘nın “karar vermesi”nden söz etmek biçiminde kendini gösteriyor.

Öz kültürümüzden gelen bir hassasiyet, özellikle Allah Teala hakkında konuşurken dilimize belli kullanım biçimlerinin gelmesini engelleyen bir mekanizma oluşturmuştur adeta. “Gazab-ı ilahî” deriz; ama Allah Teala‘nın “kızmasından” veya “öfkeye kapılmasından” söz etmeyiz. Allah Teala‘nın rızasından/hoşnutluğundan söz ederiz; ama O’nun “hoşlanması” veya “hoş görmesi” ifadesi bizim selikamıza yabancı gelir.

Bütün bunlar ve benzerleri, aslında öz kültürümüze yerleşmiş bir “ta’zim/tenzih” anlayışının yansımalarıdır ve biz bu sebeple Arapçasının tam karşılığı olduğu halde “Allah şöyle dedi, Peygamber şöyle dedi” demez, “buyurdu” demeyi tercih ederiz. Yine bu sebeple “Allah” ve “Peygamber” kelimelerinin başına ve sonuna ta’zim ifadeleri koymayı ihmal etmeyiz. İslam büyüklerinin isminin arkasına her biri ayrı bir dua olan çeşitli cümleler eklememiz de bundandır…

Ancak burada mesele sadece bir “ta’zim” meselesi değil. “Allah Teala‘nın karar vermesi” türünden ifadeler, ilm-i mutlak ile, kudret-i mutlak ile bağdaştırılması mümkün olmayan bir nakisa durumunu işaret eder.

Açıktır ki “karar verme” ifadesi, beşere mahsus bir zihnî süreci anlatır ve öncesinde bir “kararsızlık” hali bulunur. Buradaki “kararsızlık”, hem kararın yokluğunu, hem de öznenin tereddüdünü ifade eder. İlkinde karar bakımından “muhdesiyet”, ikincisinde ise özne bakımından “noksanlık” vardır ki, ikisi de “muhalefetun lil havadis”e muhaliftir. Hatta “karar verme” fiilinin yapısında bir “beşerîlik” bulunduğunu söylemenin abartı olmadığını düşünüyorum. Değil mi ki “yanlış karar” diye bir şeyden bahsederiz?! (Fazlur Rahman‘ın benzeri kullanımlarına “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi-II”nin 2 numaralı yazısında işaret etmiştim.)

Ulemanın, “nesh” ile “bedâ” arasındaki farkı vurgularken belirttiği gibi Allah Teala için, önceden bilinmeyen bir şey olması ve bunun sonradan bilinir hale gelmesi ve dahi buna bağlı olarak “fikir değiştirme” söz konusu değildir. O, olmuş, olan ve olacak her şeyi mutlak olarak bilendir ve esasen olmuş, olan ve olacak her şeyi “olduran” O’dur.

Nesh ile bedâ arasındaki fark neyse, “irade/takdir” ile “karar verme” arasındaki fark da odur. Allah Teala‘nın bütün isim ve sıfatları, yüce zatıyla kaim, ezelî ve ebedî olduğu halde “karar verme” eylemi –yukarıda da söylediğim gibi– bir “muhdesiyet” ifade eder. Allah Teala ise, “havadis”in (sonradan olan şeylerin) kendisine hulul etmesinden münezzehtir.

Belki üzerinde çok fazla düşünülmeden dile gelen, yazıya dökülen bu tarz ifadeler, “bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksanlıklardan münezzeh” olan Allah Teala hakkında kullanıla kullanıla yaygınlık kazanır ve bunun, Allah inancına/tasavvurunu olumsuz etkileyeceğinin endişesini taşımamak, itikadî hassasiyetle bağdaşmaz.

Milli Gazete – 28 Nisan 2005