Terakki, Örfî Hukuk, Sekülarite-4

Ebubekir Sifil2004, Gazete Yazıları, Şubat 2004

Hilmi Yavuz, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Dahası, Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam’da da Örfi ve Şer’i hukuk’un birbirinden ayrılmasının felsefi bir arkaplanı da vardır. İbn Rüşd, ‘Fasl’ül Makal’ ve Kitabü’l-Keşf’de, Şeriat ile Felsefenin birbiriyle çelişmediğini, çelişki gibi görünen farklılıkların te’vilden kaynaklandığını bildirir.(…) Özetle şu: İslam’da Şeriat dışında bir Örfi Hukuk’un tedvini, kamu hukuku alanında seküler bir söylemi imkanlı hale getirmiştir. Bu seküler imkan, kamusal alanda Moderniteyi hayata geçirebilmeye ilişkin meşru bir zeminin mevcud olduğu anlamına gelir.”

İbn Rüşd‘ün adı geçen eserlerinin tamamen “teoloji” problemlerine hasredildiğini biliyoruz. Bu eserlerdeki yaklaşımın Hristiyanlık‘takine benzer bir pratiğe, yani “Şer’î hukuk-Örfî hukuk ayrımı“na zemin teşkil ettiğinin söylenebilmesi için İbn Rüşd‘ün, teolojik yaklaşımını amelî hayata da teşmil ettiğinin ortaya konmuş olması gerekir. Mesela Bidâyetu’l-Müctehid‘de bahse konu ayrım ile ilgili herhangi bir veri var mıdır?

Teoloji alanıyla sınırlı konuştuğumuzda da problem çözülmüş olmuyor. Şeriat ile Felsefe‘nin birbiriyle çelişmediği görüşünün İbn Rüşd‘den önceki hukemanın çoğunluğu tarafından da ileri sürüldüğü malum. Yavuz‘un tezi doğru kabul edildiğinde, arka plan temin etmeye çalıştığı “seküler şeriat” için hukemanın ihtilaflı yaklaşımlarından hangisinin hangi gerekçeyle öne çıkarılması “münasip” görülecektir? Şu halde burada “çifte hakikat” tabirini kullanmak yeterli değildir. Belki S.H.Nasr‘ın terviç ettiği “izafî mutlaklık” tabiri gibi bir “yeni keşif” gerekli!

Yavuz‘un “özet” ifadesi, sözünü ettiği “seküler imkân”ın kamusal alanda Modernite‘yi hayata geçirebilmeye ilişkin “meşru” bir zemin mi, yoksa “felsefî” bir zemin mi teşkil ettiği noktasında son derece tartışmalıdır. Zira

  1. Yavuz‘dan önceki yazılarda alıntıladığım deliller, İslam‘da Şeriat dışında bir Örfî hukuk tedvin edildiğini göstermeye asla yeterli değildir.
  2. Bu deliller yanlış okunduğu için kamu hukuku alanında seküler bir söylemi imkânlı hale getirdiklerinin söylenmesi hatalıdır.

Yavuz devam ediyor:

“… Hulafa–yı Raşidin döneminde ise halifelerin, Sünnet’e ilişkin içtihad ettikleri biliniyor. Mesela, ’müellefet’ül–kuluba’ ilişkin muamelata dair Sünnetin, Hz. Ömer tarafından reddedilmesi, gibi… Rey ile içtihad edilen hukuki konularda ittifak manasına gelen İcma ve Kıyas’ın yanı sıra, tali Fıkıh kaynakları da (örf ve adet; istihsan; istıslah; istishab; sedd–i zerayi) İslam hukukunun değişmeye ve yenileşmeye açık olduğunu gösterir.

Hulefa-i Raşidun döneminde (tıpkı daha sonraki dönemlerde olduğu gibi) Sünnet‘e ilişkin içtihadlarda bulunulduğu doğrudur. Hatta sadece Sünnet‘e ilişkin olarak değil, Kur’an‘a ilişkin içtihadlar da söz konusudur.

Ancak bu vakıanın Hz. Ömer (r.a)’in, “müellefe-i kulub” meselesinde “Sünnet’i reddettiği” davasına dayanak yapılması doğru değildir. Detaylarını Doktora tezimde işlediğim bu mesele hakkında burada şu kadarını söylemekle yetineceğim: Müellefe-i kulub‘a zekâttan pay verilmesi Kur’an‘la sabit bir uygulamadır. Problem şurada: Zekât, “Sadakalar (zekâtlar) Allah tarafından farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, zekât memurlarına, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolundaki gazilere ve yolda kalmışlara mahsustur…” (9/et-Tevbe, 60) ayetinde zikredilen 8 sınıftan biri veya birkaçı mevcut değilse ne olacaktır? Söz gelimi şu anda kölelik uygulaması mevcut değildir. Bu durumda ya kölelik kurumunu geri getireceğiz, ya da zekâtların yerine ulaşmadığını söyleyeceğiz.

Müellefe-i kulub hakkındaki uygulama da böyledir. Ortada kalbinin İslam‘a ısındırılmasında maslahat bulunan ve kalbinin İslam‘a ısınacağı umulan bir şahıs yoksa Müslümanlar‘ın kaynaklarını şuna buna peşkeş çekmenin makul bir açıklaması olabilir mi?

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Usul-i Fıkıh‘ta “illet” bahsinde genişçe ele alındığı gibi, bir hükmün türemiş bir kelime üzerine bina edilmesi, türetilmiş kelimenin kökünün illet olma özelliğini ifade eder. Mesela hırsıza verilecek cezanın tayin edildiği 5/el-Mâide, 38. ayetinde hüküm, “es-Sâriku ve’s-sârikatu” kelimeleri üzerine bina edilmiştir. Bu kelimeler “sirkat” kökünden türemiştir; dolayısıyla zikredilen hükmün illetinin “sirkat” (hırsızlık) fiili olduğunu ifade eder. Burada hüküm “müellefe” kelimesi üzerine bina edilmiştir ; bu da hükmün illetinin “te’lîf” (kalbin ısındırılması) olduğunu gösterir. Kimin kalbinin İslam‘a ısındırılabileceği içtihadî bir keyfiyettir. Şu halde yıllardır zekâttan pay aldıkları halde İslam‘a girme yönünde kendilerinden herhangi bir niyet görülmeyen, ya da İslam‘a zarar verme güçlerini kaybetmiş olan “beleşçiler”e kaynak aktarma uygulamasına son vermenin sadece içtihadî değil, Kur’an nassıyla sabit bir davranış olduğunu söylemek durumundayız. Zira hüküm, illetle kaimdir. İllet mevcut olduğunda hüküm de mevcuttur; illet kalktığında hüküm de kalkacaktır.

Devam edecek.

Milli Gazete – 28 Şubat 2004