Terakki, Örfî Hukuk, Sekülarite-1

Ebubekir Sifil2004, Gazete Yazıları, Şubat 2004

Muhterem Hilmi Yavuz‘un, geçtiğimiz haftalarda Zaman‘da yazdığı üç yazı, “Müslüman kalarak modernleşme” projesine teorik arka plan sunma iddiası dolayısıyla son derece önemliydi.

Yazısına, Renan‘ın meşhur “İslam mani-i terakkidir” formülüne değinerek başlayan Yavuz, bilahare maksada gelerek şöyle diyor: “… eğer mesele İslam’ın temelkoyucu Fıkıh kaynakları ile ‘ilim düşüncesi’nin bağdaştırılması ve modernliğin (dolayısıyla, ’terakki’nin) yolunun açılması ise, bunun nasıl gerçekleştirileceği üzerinde bir konsensüs mevcud değildir. Zira asıl mesele, Kur’an–ı Kerim ve Sünnet üzerinde içtihada yer olmamasıdır (Mecelle. Madde:14: ‘Mevrid–i nass’ta içtihada mesağ yoktur.’) Dolayısıyla, Fıkhın dört temel kaynağından (‘Edille–i Erbaa’) ilk ikisi için (Kur’an ve Sünnet) İçtihad Kapısı, açık değildir;–olamaz da! Bununla birlikte, gerek Hz. Peygamber zamanında Nesih kurumunun işletilmesi ile, gerekse Hulefa–yı Raşidin döneminde ‘İllet’ (‘sebep’) ve Maslahat (‘Kamu yararı’) ile iş görme ilkesinin yürürlüğe konulmasıyla, Kur’an ve Sünnet’te de içtihadi değişikliklere gidildiği biliniyor…”

Burada üzerinde durulması gereken birkaç “problem” var:

  1. “Kur’an ve Sünnet için içtihad kapısı kapalıdır” önermesinin, Mecelle‘deki “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” kaidesiyle temellendirilmesi doğru değildir. Zira “muhkem” ve “müfesser” kategorisindekiler dışında kalan Kur’an ayetlerinin delalet, Sünnet verilerinin ise hem sübut hem delalet yönünden arz ettiği durum üzerinde içtihad edildiği, delille desteklenmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık ve müsellem bir husustur. Mezkûr Mecelle kaidesi ise, muhkem ve müfesser nassların “rağmına” içtihad edilemeyeceğini anlatmaktadır. (Örnek olarak bkz. Ali Haydar Efendi, Düreru’l-Hükkâm, 66; Ahmed b. Muhammed ez-Zerkâ, Şerhu’l-Kavâidi’l-Fıkhiyye, 147 vd.)
  2. “Dolayısıyla, Fıkhın dört temel kaynağından (‘Edille–i Erbaa’) ilk ikisi için (Kur’an ve Sünnet) İçtihad Kapısı, açık değildir;–olamaz da! Bununla birlikte, gerek Hz. Peygamber zamanında Nesih kurumunun işletilmesi ile, gerekse Hulefa–yı Raşidin döneminde ‘İllet’ (‘sebep’) ve Maslahat (‘Kamu yararı’) ile iş görme ilkesinin yürürlüğe konulmasıyla, Kur’an ve Sünnet’te de içtihadi değişikliklere gidildiği biliniyor…”

Bu paragrafta yer alan iki yargı arasındaki bariz çelişki görmezden gelinebilecek gibi değil. Şöyle ki; eğer Kur’an ve Sünnet için içtihad kapısı gerçekten kapalı ise, “nesh” kurumu vasıtasıyla olsun, başka bir yöntemle olsun bu iki kaynak üzerinde içtihad yapıldığını söylemek mümkün değildir. Eğer gerçekten böyle bir içtihad yapıldığından söz etmek doğruysa, bu iki kaynak üzerinde içtihad kapısının kapalı olduğunu ileri sürmek tutarlı olamaz. (Bu noktaya Yavuz‘un zikrettiği örnekler bağlamında ileride tekrar döneceğim.)

  1. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında “nesh” kurumu işletilerek Kur’an nassları üzerinde içtihad edildiğini söylemenin ise hiçbir temeli yok. İçtihad edip etmediği tartışmalı bir konu olmakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, sırf kendi içtihadına istinaden herhangi bir Kur’an ayetini mensuh ilan ettiğini söyleyen kimse gösterilebilir mi?
  2. “Hulefa–yı Raşidin döneminde ‘İllet’ (‘sebep’) ve Maslahat (‘Kamu yararı’) ile iş görme ilkesinin yürürlüğe konulmasıyla, Kur’an ve Sünnet’te de içtihadi değişikliklere gidildiği biliniyor…”

İllet” ve “maslahat” ilkelerine sadece Hulefa-i Raşidun döneminde değil, bütün dönemlerde riayet edilmiştir. Nassların illetinin tesbiti ve bu suretle i’malleri içtihadî bir faaliyet olmakla birlikte, burada “nassların rağmına” içtihad edildiğinden değil, mansus hükmün, illet birliği dolayısıyla gayr-i mansus durumlara teşmilinden, dolayısıyla ihmalinden değil, i’malinden söz etmek gerekir.

Maslahat“a gelince, bu gerekçeyle bağlayıcı nasslara aykırı hüküm verilebileceğini, Hanbelî mezhebine mensup Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî dışında ileri süren birini bilmiyorum. Gerek dönemindeki, gerekse daha sonra gelen ulema tarafından kıyasıya eleştirilen bu görüşün İslam Fıkhı‘na mal edilemeyeceği açıktır.

Özellikle Hz. Ömer (r.a)’in bir takım uygulamalarının bu bağlamda sık sık örnek gösterilmesi ise, bana göre tam bir “istismar” örneğidir. Şu anda üzerinde çalışmakta olduğum (ve dualarınızla yakında bitirmeyi umduğum) Doktora tezimin konusu bu uygulamalar olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki, bahse konu uygulamaları, maslahat gerekçesiyle nassların ihmal edilebileceği görüşüne temel yapmaya çalışanlar, tamamen üstünkörü bir yaklaşımla hareket etmektedir. Hz. Ömer (r.a)’in bu uygulamalarının her biri hakkında, ilgili ayet ve Sünnet/hadislerin tek tek ele alınması ve delalet vecihlerinin ortaya konması, ilaveten Hz. Ömer (r.a)’in uygulama tarzının ve gerekçelerinin titizlikle incelenmesi gerekli olduğundan ve bunu burada yapamayacağımızdan, yazının bu bölümünü hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenleri Doktora tezime havale etmeyi tercih edeceğim.

Devam edecek.

Milli Gazete – 21 Şubat 2004