Modern dönemde İslam ilim tarihi üzerine kalem oynatanların belli bir kesiminin, özellikle bir kısım Ehl-i Sünnet alimleri, sırf siyasal iktidarlarla iyi ilişki içinde bulunmalarını gerekçe göstererek çeşitli ithamlarla yaftaladıklarını biliyoruz. Dünyalık için sultanlara yardakçılık etmekten, onların gayrimeşru uygulama ve tutumlarını meşru göstermeye çabalamaya ve muhtemel muhalefet hareketlerini bastırmaya çalışmaya kadar birçok iddia bu kampanyanın göz dolduran malzemeleri arasındadır.
Bu nispeten yaygın kanaatin kaynağı, aslında ne öğreti, ne de –uç örnekler dışında– bireysel tavırlardır. Esas kaynak, tarihin hastalıklı bir nazarla ve önyargılı biçimde okunmasıdır.
Garabete bakın ki, bir kısım Fıkıh, Kelam ve Hadis alimlerini umeraya yakın olmaları sebebiyle suçlayan bu anlayış, Tasavvuf ehlini de dünyaya, dünyalığa ve dolayısıyla umeraya “tavırlı” olmaları sebebiyle töhmet altında bırakmaya çalışmaktan geri durmaz. Aslında üzerinde durulması gereken nokta, buradaki çelişkili tavır değil, bu tavrı besleyen “okuma biçimi”dir.
Yukarıdaki ifadelerin tahtında müstetir zevatın alamet-i farikalarından birisi de, İslam dünyasında Felsefe hareketine karşı takınılan olumsuz tavırdan duydukları rahatsızlıktır. Ne var ki söz felasife-umera ilişkisine geldiğinde ortalığı kaplayan sus-pusluğun arkasındaki “tarafgirliği” görmemek mümkün değildir.
el-Kindî’nin el-Me’mun ve el-Mu’tasım ile; el-Fârâbî’nin Seyfu’d-Devle ile; İbn Miskeveyh’in Ebu’l-Fadl İbnu’l-Amid, oğlu Ebu’l-Feth Ali ve Adudu’d-Devle ile; İbn Sina’nın dönemin Buhara emiri ile; –İbn Tufeyl tarafından “dünya işlerine dalmakla” suçlanan– İbn Bâcce’nin, Fez valisi Ebu Bekr Yahya b. Yunus ve kendisini vezirliğe kadar yükselten Saragossa valisi Ebu Bekr es-Sahrâvî ile; İbn Tufeyl’in Muvahhid halifesi Ebû Ya’kub Yusuf ile; –İbn Tufeyl tarafından halef tayin edilerek saray himayesine aldırtılan– İbn Rüşd’ün, Muvahhid sultanları Emir Yusuf ve Emir Ya’kub ile; Nasıruddîn et-Tûsî’nin Hulagû ile… yakın ilişki içinde bulunmuş olması bu zevat için “lâ be’se bih” iken, İbn Şihâb ez-Zührî’nin, Ebû Yusuf’un ya da el-Gazzâlî’nin umera ile ilişkisinin gerek benimsedikleri öğreti, gerekse şahısları bakımından “leke” olarak takdim edilmesi önyargının değilse neyin neticesidir?…
Burada önemle belirtmek gerekir ki, felasife’nin umera ile ilişkisi hakkında –savunma babında– söylenebilecek şeylerin hepsi aynıyla ulema-umera ilişkisi için de bahis konusudur. Hatta bir kısım Ehl-i Sünnet ulemanın umera ile yakın ilişki içinde olmaktan şiddetle uzak durduğu ve maiyetindekileri de böyle bir ilişkiden men ettiği de burada hatırlanmalıdır.
Bütün mesele, büyük ölçüde istişrak markalı gözlük kullanmakta gösterilen ısrar sebebiyle tarihin ilkeli ve objektif bir biçimde okunmamasıdır. İslam düşünce tarihi üzerine müsteşrik kaleminden çıkmış çalışmalardan şu ana kadar okuyabildiklerimde umera ile ilişkilerini felasifenin eksi hanesine kaydedeni ben şahsen görmüş değilim. Ya siz?…
6 Ağustos 2002 – Milli Gazete