İki yazı önce verdiğimiz çay molası uzayacak gibi görünüyor. Zira özel cevap verdiklerim yanında buraya aktarılmayı hak eden iletiler de gelmeye devam ediyor.
Hanifi Sarıhan kardeşime, uzunca mesajı ve yapıcı tenkitleri için teşekkür ediyorum. Ehl-i Sünnet duruşun ihyası gibi kutlu ve fakat münferit faaliyet vüs’atini çok aşan bir maksadın gerçekleştirilmesi yolunda bir küçük katkı sağlayabilmiş, bir ışık yakabilmişsem kendimi dünyanın en bahtiyar insanı sayarım. Zira artık “insanlığın kurtuluşu İslam’dadır” sözünün neredeyse hiçbir anlamı yok. Çünkü ardından hemen “Hangi İslam?” sorusuyla karşılaşıyorsunuz.
Hicretin üzerinden henüz yarım asır geçmeden İslam dünyasında boy gösteren “fırkalaşma” hareketlerinin birkaç yüzyıl süren kaotik ortamından bu ümmeti selamete çıkaran Ehl-i Sünnet çizgi olmuştur. Aynı durumun ana hatlar itibariyle bugün için de söz konusu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira tarihte ortaya çıkan bu sonuç –Ehl-i Sünnet’in tarih boyunca siyasal (bu kelime burada genellikle “zalim” anlamındadır) iktidarlardan beslendiği ve onları beslediği şeklindeki naif ve manipülatif söylem bir yana–, Ehl-i Sünnet’in temsil ettiği “hakikat” ile doğrudan ilişkilidir…
Hanifi kardeşimin Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi‘nin ilk iki cildinde yer alan bazı hususlarla ilgili birkaç sorusu var. Şura hakkındaki sorusu ile başlayalım:
“2. kitabta şuradan bahisle sanki demek istiyorsunuz ki istişarede bulunulur fakat istişare sonucu dikkate alınmaz. Peki bu tür bir davranış aldatış değil midir? O zaman istişareye ne gerek vardır. Bu sanki uyduruk bir rivayette denildiği gibi olmaktadır: Kadınlarla istişarede bulunun fakat dediklerini yapmayınız.”
Burada açıklığa kavuşturulması gereken, “istişare sonucu” ifadesinin ne anlattığıdır. Basitleştirerek anlatmaya çalışayım: Diyelim ki siz günlük hayatta vereceğiniz herhangi bir karar için birkaç arkadaşınıza fikir danışıyorsunuz. Eğer “istişare sonucu” dediğimiz şey, yaptığınız bu faaliyet sonucunda sizde hasıl olan kanaat ise, burada kimsenin müdahale veya zorla yönlendirme hakkı ve yetkisi olamaz. Eğer “iş bu kadar basit mi?” diyerek, Kur’an’daki şura ilkesinden devlet yönetiminde izlenmesi gereken yöntemin kastedildiğini söylerseniz, burada birkaç durum ortaya çıkar:
1- Eğer böyleyse bu durum, Efendimiz (s.a.v) bakımından vahiyle bildirilen, bizim için ise Kur’an ve Sünnet’te açıkça belirtilen bağlayıcı (yapılması veya yapılmaması emredilen) hususlar dışında kalan alan ile sınırlıdır.
2- Böyle bir alanda yapılan iştişare sonucunda aynı ağırlıkta iki farklı görüşün ortaya çıktığını düşünelim. Hangisinin uygulanması gerektiğine kim karar verecek? Ve hangisi uygulanırsa uygulansın, neticede terkedilen görüşün sahipleri “aldatıldıklarını” mı düşünecekler? Yahut diyelim ki yönetici/ler, istişare sonucu ortaya çıkan iki görüşten, –maslahata uygunluk ve daha başka zorlayıcı sebepler dolayısıyla– daha az sayıda kişi tarafından tavsiye edileni benimsediler.
3- Yukarıdaki iki maddeyi de behemehal akılda tutarak söylemek zorundayız ki, Kur’an’ın öngördüğü şura ile bir yönetim biçimi olan demokrasinin, birbirinin tıpkısının aynısı olduğunu söyleyenler ikisinden birini deforme ediyorlar. Ve bu genellikle şura oluyor. Her ne kadar “o çok demokrat bir insandır” veya “biz aile içi demokrasiye önem veririz” gibi cümleler, anlam bolarmasına uğrayanın sadece şura olmadığını gösteriyor ise de, dinî bir kavramın alan değiştirerek seküler bir duruma temel teşkil etmesi elbette daha ciddi bir problemi işaretlemektedir.
4- Ve nihayet şuranın demokrasi ile özdeşleştirilerek idari alan ile tahdit edilmesinin İslamî bir temeli yoktur. Bu tamamen modern zamanların bir “keşfi”dir.
Nisan 2002 – Milli Gazete