Recm bahsinde hükmün Sünnet’le sabit olmasını meselenin “zayıf noktası” zannedip oraya abanmak, ne yaptığını bilen bir müslüman için “dinî bir tutum” olarak ne kadar mümkündür?
Böyle bir “imkân”dan ancak bir şekilde bahsedebiliriz: İlgili sünneti bize nakledenlerin güvenilirliği (zabtı ve itkanı), hatta “müslümanlığı” söz götürür olursa! Nitekim Haricîler bu konuda inkâr cihetinde saf tutanlar içinde en tutarlı davranışı sergileyenlerdir. Onlara göre “Hakem olayı”nda hakemler, onları hakem olarak tayin edenler, onların verdiği hükme razı olanlar, hatta sessiz kalanlar “mü’min” sıfatını kaybetmiştir. Sadece onlar da değil, onları tekfir etmeyenler de onlarla aynı safa düşmüştür! Bu bir bakıma “Haricî olmayan herkes kâfirdir” demektir! Kâfirlerin de sözlerine güvenilmez, rivayetlerine itimat ve itibar edilmez!
Haricîler bu değerlendirme tarzının sonucu olarak, Sünnet’le sabit ahkâmın hemen tamamını inkâr ve reddetmişlerdir. Dinî açıdan son derece ciddi ve onulmaz arızalara yol açan bu tavır, itiraf edelim ki, kendi içinde tutarlıdır! Yani Haricîlik için, tekfir ettiği kimselerin rivayetlerinden bir kısmını alırken, diğer bir kısmını reddetme tutarsızlığına düşmek söz konusu değildir.
Bu, en azından, Modernitenin iğdiş ettiği beyinlerin ifrazatıyla yeni bir din tasavvuru peşinde olanlara kıyasen böyledir. Batılı tasallutun İslam coğrafyasına hediyesi olan bu nev-zuhur taife, modern çağın –birileri “İslam budur” dediği için İslam diye vehmettiği– değer yargıları ve değerlendirme tarzları ile çatıştığını düşündüğü Sünnet temelli hüküm ve inançları reddederken, “Bunlar Kur’an’da yok” söylemini kullanıyor. Oysa o “tatlı su Müslümanlığı”nı yaşarken, farkında olarak veya olmayarak Kur’an’da yer almayan nice hükmü İslam adına kabullenip onaylamakta ve hayatına aktarmaktadır!
Örnek mi? 4/en-Nisâ, 23-24. ayetlerde kimlerle evlenilebileceği detaylı olarak açıklanıp, sonunda da “Bunların dışındakiler size helal kılındı” buyurulduğu halde, Sünnet, kadının, halası ve teyzesi üzerine nikâhlanamayacağını hükme bağlayarak Kur’an’ın “bunlar dışındakiler” diyerek serbest bıraktığı alana bir çerçeve (tahsis) getirmiştir.
Keza aynı yerde, evlenilmesi yasak olanlar arasında “sizi emziren süt anneleriniz ve süt kardeşleriniz” buyurulduğu halde Sünnet, süt akrabalığını nesep akrabalığına denk tutmuş, yani “Bunların dışındakiler size helal kılındı” buyruğuna rağmen süt akrabalığıyla ilgili Kur’anî hükmün kapsamını da genişletmiştir.
Aynı şekilde Kur’an’da geçmediği halde “Cuma namazı”, “Vitir namazı” gibi namazlar da Sünnet tarafından teşri kılınmıştır. Evcil eşeğin, tırnaklı yırtıcıların… etinin haramlığı, şuf’a ve müsâkât ahkâmı için de aynı durum söz konusudur. Hatta bütün bunların ötesinde İslam Medeniyeti’ne karakterini veren “vakıf” müessesesi dahi resen Sünnet tarafından teşri kılınmış, bütün ahkâmı da yine Sünnet tarafından belirlenmiştir.
Recmin ya da bir başka hükmün “Kur’an’da yer almıyor” gerekçesiyle reddedilmesi normal, hatta “gerekli” ise, beyni modernize olmuş Müslümanların Sünnet tarafından teşri kılınan bu ve benzeri hükümleri hayatlarından derhal atması gerekir. Dürüstlüğün, samimiyetin ve tutarlılığın gereği budur. Oysa böyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
O halde mesele recm olunca koparılan bunca gürültünün, recm hükmünün Kur’an’da yer almamasına dayandırılması, itiraf edelim ki dürüstçe bir davranış değildir. Bu, nefsimizin kabullenemediği, modern değerlendirme ölçütleri ve hukuk/ceza anlayışıyla çatışma arz eden bir hükmün “Kur’an’da yok” bahanesinin arkasına sığınılarak reddedilmesinden başka bir şey değildir.
Oysa Müslüman, yani “teslim olmuş insan” için önemli olan, herhangi bir hükmün sübjektif değerlendirme kriterlerine uygun olup olmadığı değil, “sabit” olup olmadığıdır. Bir diğer söyleyişle, herhangi bir hükmün kabulü ya da reddi, nefsimize, alışkanlıklarımıza, tarihten tarihe ve coğrafyadan coğrafyaya değişen değer yargılarına uygun olup olmadığına değil, İslam dininin temel kaynaklarında yer alıp almadığına mütevakkıftır. Bu itibarla herhangi bir hüküm Kur’an’da veya Sünnet’te mevcut ise, onun insanî, adil ya da merhamete uygun olup olmadığının tartışmasını yapmak müslümanca bir davranış değildir.
Kaldı ki, ahkâmın sübutunu değil, “insanîliğini” (!) merkez almaya başladığınızda siz recmi reddedersiniz, bir başkası “kol kesme”yi önünüze koyar, öteki “kısas”ı karşınıza diker, bir diğeri kadınla ilgili “problemli” hükümleri, beriki “kölelik ve cariyelik”le ilgili ahkâmı… Ve siz sürekli bir “savunma” psikolojisi içinde müslümanlığınızı esnetmekten başka bir şey yapamazsınız. Kur’an ve Sünnet’le sabit hükümlerden “kurtulma” psikolojisinin varacağı nihai nokta ise örtülü ya da açık “irtidat”tan başkası değildir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 6 Aralık 2008