Bundan iki yıl kadar evvel bir yayın organı, Yusuf el-Karadâvî liderliğindeki Dünya Müslüman Alimler Birliği üzerine bir röportaj talebinde bulunmuştu. Bu oluşumun henüz rüşdünü isbat etmiş sayılmayacağını, hakkında sağlıklı değerlendirmeler yapabilmemiz için biraz daha zaman geçmesi gerektiğini söyleyerek talebi geri çevirmiştim. Telefondaki delikanlının ısrarları üzerine, bu yapı içinde Şii alimlerin de bulunduğunu söylemiş ve eklemiştim: Sünnîlerle Şiilerin bu oluşumda bir araya gelmesini örnek olarak görmek/göstermek hepimizin arzu ettiği bir şey. Ancak Sünnî-Şii ihtilafı diye devasa bir vakıa var ve Dünya Müslüman Alimler Birliği bünyesinde Sünnî ve Şii alimlerin bir araya gelmesi, bu ihtilafın halledilmesi ile gerçekleşmiş bir durum değil. Bu tarihî ihtilaf olduğu yerde duruyor; belki bu oluşumda onun sadece “dondurulduğunu” söyleyebiliriz…
1979’daki İran devrimi sadece Türkiye’de değil, bütün İslam coğrafyasında fırtınalar estirdi. ABD özelinde emperyalist Batı’nın yenilgiye uğradığını görmek Sünnî Müslümanlara yetmiş, modern zamanlarda sürekli kan kaybeden, gerileyen ve giderek kimlik krizine düçar olan Müslümanlar, devrimi, adeta Müslümanlık için bir milat olarak algılamıştı. Devrimin Şii karakteri üzerinde neredeyse hiç durulmuyordu. Sünnîlikten istifa edip Şiiliğe geçen gençlerin sayısını Allah bilir.
Bu süreçte Şii karakterli İran devrimine tarihî bir refleksle mesafeli duran çevreler de, genel olarak bu tavrı ikna edici bir şekilde gerekçelendiremediği için mesele “mezhepçilik” nitelemesiyle ötelendi durdu. Aradaki ihtilafın sadece siyasî ve fıkhî değil, temelde “itikadî” olduğunu, üstelik de tarihî hadiseler sebebiyle daha bir katmerli hale geldiğini göz ardı eden bir kısım köşe yazarları tarafından, “Lâ Şiiyye lâ Sünniyye vahde vahde İslâmiyye” sloganı eşliğinde heyecandan ve safiyane temennilerden başka zemini olmayan birlik nutukları atıldı. Sanki Sünnî-Şii ihtilafına dikkat çekenler İslam dünyasının birlik-bütünlüğünü istemiyormuş, bunun ehemmiyetin kavrayamıyormuş gibi…
Gelinen noktanın önümüze koyduğu yalın gerçek şudur: Şii dünyası, İran devrimiyle birlikte siyasî, ekonomik, askerî, istihbarî, kültürel… her alanda müthiş bir destek ve dayanağa kavuşmuş, daha bir özgüven içinde örgütlü ve planlı-programlı hareket etme imkânı elde etmiştir. Buna mukabil Sünnî dünya bir yandan totaliter siyasî yönetimlerin, diğer yandan da modern dünyanın tasallut ve baskısı altındadır. (Selefî-Vehhabî oluşumu bu tesbitin dışında tutuyorum. Zira Ehl-i Sünnet gövdede bu bağlamda da ciddi sıkıntılar mevcut.)
Muhterem Mustafa Özcan’ın “Türkiye’de ‘mezhepçilik fitnesi’ adı altında yürütülen populist dalgalar ilkeleri ve kuralları çürütmekte ve genel halk kesimlerini teşeyyü dalgalarına karşı savunmasız ve hazır hale getirmektedir” şeklindeki tesbitine katılmamak mümkün değil.
Bir özeleştiri kabilinden belirtmek durumundayım ki, bu tehlike sadece “halk kesimleri” için değil, Mili Görüş camiası için de söz konusudur. Ne adına ve hangi gerekçeyle olursa olsun, itikada hiçbir şeyin öncelenemeyeceğini idrak etmiş olması gereken bu camianın, son dönemlerde –aralarında modernistlerin de bulunduğu– Ehl-i Sünnet dışı birtakım oluşumlara kapı aralamış görüntüsü vermesi ciddi bir endişe kaynağıdır.
Sünnî dünyanın siyasî, ekonomik ve ilmî alanda kurumsal yapıdan mahrum olması anlamında korunaksız bulunması Şii yayılmacılığı için son derece elverişli bir zemini işaret etmektedir. O bildik sorulara cevap arayan kafası karışmış gençlere sıklıkla rastlanıyor oluşu elbette tesadüf değil…
Fıkıh anlayışına ve fıkhî görüşlerine bazı yönlerden itiraz etsek de, Yusuf el-Karadâvî’nin ikazının ciddiyetle dikkate alınması gerektiği açıktır. el-Karadâvî gibi uzun yıllar Şii alimlerle birlikte hareket etmiş birisini böyle bir ikazda bulunmaya icbar edenin ne olduğu sorusunu atlamak hayatî bir hata olur!
Milli Gazete – 27 Eylül 2008