Selefîlik

Ebubekir Sifil2009, Ekim 2009, Gazete Yazıları

Cumartesi günkü yazıda Hollanda’da Selefîliği konuşacağımızı yazmıştım. Konuştuk.

Program için tutulan salonda boş yer yoktu. Burada hava oldukça soğuk. Cumartesi günü bütün gün yağmur vardı. Buna rağmen o soğuk salonda programın ilerleyen bölümlerinde üzerimdeki yağmurluğu çıkartma ihtiyacı hissettim.

Arkadaşlar salonu 19.00-22.00 arası için kiralamışlar. 19.30 gibi başlayan program büyük bir ilgiyle ve firesiz izlendi. Hatta süre yetmediği için bir kısım sorulara oldukça kısa cevaplar vermek zorunda kaldım.

Gönül isterdi ki burada ortak problemleri konuşalım, çözüm için atılması gereken adımları tartışalım; ilerisi için neler yapılabileceğini müzakere edelim. Ancak Ümmet’e hakim olan o “parçalanmışlık” havası burada da ilişkilere hakim ne yazık ki!

Arkadaşların verdiği bilgiye göre burada Türkler’den sonra ikinci büyük azınlık grubu Faslılar oluşturuyormuş. Türkler’in kendi aralarındaki bölünmüşlük havasının Faslılar’la ilişkilere de –hatta daha fazlasıyla– yansımış olması şaşırtıcı değil. Oysa bu durumun kimseye bir fayda getirmemesi bir yana, herkesin aleyhine olduğu o kadar açık ki!..

Programda önce Sünnet’in önemini ve Sahabe’nin vazgeçilmezliğini kısaca anlattım. Sahabe döneminin ardından İslam Dünyası’nda görülmeye başlayan yabancı fikir akımları ve inanç unsurlarının bilahare zuhur eden itikadî mezheplerin oluşumundaki belirleyici rolüne dikkat çektim.

Efendimiz (s.a.v) Sahabe’ye bir tek İslam tebliğ etti. Sahabe de kendilerinden sonraki kuşağa bir tek İslam anlattı. İşte bu İslam Ehl-i Sünnet’tir. Diğer fırkalar ise yukarıdaki paragrafta da ifade etmeye çalıştığım gibi tarihsel arızaların vücut verdiği “arızî” yapılardır.

Kendisini “Selefîlik” olarak ifade eder akım için de aşağı-yukarı aynı durum söz konusudur. İmam Ebû Hanîfe, “Bize doğu tarafından iki bid’at görüş geldi. Biri Cehm b. Safvân’ın ta’tîl görüşü, diğeri Mukâtil b. Süleyman’ın teşbih görüşü” derken bu durumu dikkatimize sunmuş olmaktadır.

Bu arızî yapı günümüzde öyle aşırılıklara varmıştır ki, kendisine temel referans noktası olarak aldığı İbn Teymiyye’yi bile kimi noktalarda “aşıp geçmiş”tir! Söz gelimi İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım “taklid”in bazı insanlar için “kaçınılmaz” olduğunun altını çizerken Din’i de, Selef’i de onların gözlüğüyle gördüğünü iddia eden günümüz Selefîliği –en azından bir kısmı– taklidi “şirk” olarak yaftalayabilmektedir. Aynı durum Tasavvuf’a bakış ve diğer konular için de üç aşağı-beş yukarı böyledir.

Tevafuk bu ya, açılışta bir hocamızın tilavet ettiği aşr-ı şerifte “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulü’nün önüne geçmeyin” mealindeki ayet (49/el-Hucurât, 1) geçti. Bu ayetin orijinal ifadesi, “Lâ tukaddimû beyne yedeyillâhi ve rasûlihî”dir. Bu cümlenin motamot çevirisi, “Allah’ın ve Resulünün iki elinin önüne geçmeyin”dir. Dilde ve dolayısıyla Kur’an ve Sünnet dilince mecazın olmadığını ileri süren Selefî anlayış bu ayeti böyle anlamak zorundadır. Bu durumda önümüze şöyle problemler çıkıyor:

  1. Allah Teala’nın iki eli vardır.
  2. Bu iki elin arası vardır.
  3. Mü’minler bu iki elin arasının önüne geçmekten sakındırılmışlardır,.
  4. Efendimiz (s.a.v)’in de aynı şekilde iki elinin arası vardır ve aynı fiille mü’minler O’nun iki elinin arasının önüne geçmekten de sakındırılmıştır.

Yani Allah Teala’nın iki elinin önüne geçmekle Efendimiz (s.a.v)’in iki elinin arasının önüne geçmek aynı şekilde cereyan eder.

Aynı fiille ifade buyurulan bu sakındırmanın gereğini yerine getirmek için mü’minler, Efendimiz (s.a.v) iki elini aralıklı bıraktığı her zaman bu aralığın önüne geçmeyecektir. Diyelim ki bunu bir şekilde yerine getirdik! Peki aynı şeyi Allah Teala hakkında nasıl yerine getireceğiz?

Bu tam anlamıyla bir “çıkmaz”dır ve ancak dildeki mecaz unsuru dikkate alınarak aşılabilir. Aynı şey diğer bütün hususlar ve bilhassa müteşabih nasslar için de geçerlidir…

Elbette bu mesele bir programla halledilebilecek gibi değil. Zira problemlerin kaynağı hayli derinlerde ve sürekli gündemde tutulan bir “ihtilaf tavrı” söz konusu. İnsanlar kendilerini “ihtilaf” üzerine konuşlandırmış ve İslam anlayışlarını bu nokta üzerine bina etmişse bu arızayı bir programla düzeltmek elbette mümkün değil.

Şu kadarı hasıl olduysa hedefe ulaşılmış olacaktır: Selefî yaklaşım bu Ümmet’in kahir ekseriyetini birtakım şeylerle itham ederken kendisi temelli yaklaşım arızalarıyla maluldür. Ele alınan her meseleye, ihtilaf konusu oluşturan her başlığa bir de “bu taraf”ın gözlüğüyle bakıldığında elbette farklı şeyler görülecektir.

Kısmet olursa Kasım ayında bir Hollanda seyahati daha görünüyor. Burada bu programda eksik kalan hususları o  zaman ikmal etme imkânımız olur inşaallah.

Bitirirken, Bölge Başkanı Ahmet bey, Genel Sekreter Fuat bey ve diğer arkadaşlara, gösterdikleri yakın ilgi ve misafirperverlik için teşekkür ediyorum.

Milli Gazete – 26 Ekim 2009