“Sapıklık”

Ebubekir Sifil2003, Aralık 2003, Gazete Yazıları

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı‘nın İstanbul‘da Emniyet görevlilerine verdiği konferansta, bazı itikadî mezhepler hakkında kullandığı, başlıktaki niteleme üzerine konu değişik boyutlarıyla medyanın gündemine geldi. Nihayet bir Tv. kanalındaki bir programa telefonla katılan Prof. Dr. Ayvallı, bugünkü Şii, Alevi vd. kitleleri kasdetmediğini, maksadını aşan ifadeler kullandığını vs. söyleyerek muhataplarından özür diledi.

Bu köşede daha önce Hamidullah‘ın vefatının ardından kendisine rahmet dileyen bir cümleme aynı camiadan bir yazarın giderek iftiraya varan boyutlara ulaşan yazılarını konu edinmiştim. Irak‘ın işgali dolayısıyla yarıda kesilen o seri yazılardan birinde, işbu “sapık” nitelemesi üzerinde de durmuştum.

Muhatabım, gönderdiği “cevap”lardan birisinde, yazdıklarının, camianın “hocaefendileri”nin kontrolünden geçtiğini söyleyerek bana, “Sadece benim şahsımı değil, bütün camiayı karşınıza alıyorsunuz” türünden bir şeyler söylemişti. Şimdi bakıyorum, “camia” bu konuda pür-sükût. Ne de olsa bu sefer karşılarındaki, kılıcından kan damlayan “beyaz cam” değil mi!..

İşin bu boyutu bir yana, tarih boyunca itikadî sahada farklı bir söylemle ortaya çıkmış olan her fırkanın, kendisinin hakkı savunduğunu, diğerlerinin ise haktan saptığını söylediğini biliyoruz. Bu anlamda her fırka, kendisinin “Ehl-i hak“, diğerlerinin de “Ehl-i dalalet” olduğunu söylemiş oluyor dolayısıyla. Bir başka şekilde ifade edersek, itikadî fırkalar arasındaki ayrılıklar, fıkhî mezhepler arasındaki ihtilaflar gibi değildir. Fıkhî mezhep müntesiplerinin her biri (istisnaları olmakla birlikte) “Benim mezhebim doğrudur, hatalı olma ihtimali de vardır; diğerleri hatalıdır, doğru olma ihtimali de vardır” tavrındadır. Çünkü fıkhî ihtilaflar, delillerin “zannî” oluşundan kaynaklanan içtihadî farklılaşmalar üzerinde vücut bulur. Bu sebeple bu sahada karşıtlıklar için “isabetli” ve “hatalı” tabirleri kullanılır.

Ancak itikadî ihtilaflar böyle değildir. Özellikle temel inanç meselelerinde “zannî delil” bağlayıcı olmadığı ve delilde “kat’îlik” gerektiği için hiçbir fırka mensubu, “Benim inanç ilkelerim doğrudur, yanlış olma ihtimali de vardır; diğerlerinin inanç ilkeleri yanlıştır, doğru olma ihtimali de vardır” demez, diyemez. Zira aksi durumda inancını “zann” üzerine kurduğunu söylemiş olur. İnanç (itikad) ise “zann“a bina edilmez. Böyle olduğu için de bu sahadaki karşıtlıklar genellikle “hak” ve “dalalet/zeyğ” tabirleriyle anlatılır.

Buradaki “dalalet/zeyğ” kavramları, “hak yoldan sapmış, doğru inançtan ayrılmış” anlamındadır ve kesinlikle doğrudan “küfür ithamı” içermez. Elbette her fırka için inkârı küfür olan inanç ilkeleri vardır ve bunlara muhalif düşünenler tekfir edilir. Ancak burada artık “dalalet/zeyğ” değil, doğrudan “küfür” ve benzeri kavramlar kullanımdadır.

Ehl-i Sünnet ulemanın, tarihte “Ehl-i kıble” içinde boy göstermiş itikadî fırkaları “Ehl-i bid’at” olarak nitelendirmesindeki incelik de burada aranmalıdır. İmam el-Eş’arî, dikkat çekici biçimde Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve’htilâfu’l-Musallîn adını verdiği eserinin girişinde şöyle der: “İnsanlar (Ümmet), Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra birçok konuda ihtilaf etmiş, bu konularda birbirlerini dalalete düşmüş olmakla suçlamış, birbirlerinden teberi etmiştir. (…) Oysa İslam onların hepsini bir araya toplayan ve hepsine şamil olan vasıftır…”

Bir sonraki yazıda, bu konuda merkezî bir yere sahip olan “Fırka-i Nâciye” (kurtuluşa eren fırka) ile ilgili hadis üzerinde duralım.

Milli Gazete – 30 Aralık 2003