Özür Mü Dilemeliyiz?

Ebubekir Sifil2007, Aralık 2007, Gazete Yazıları

Son zamanlarda yükselen İslamofobya başlıklı tepkiler hak ettiği karşılığı bulur mu dersiniz?

Karşılığın kimden beklendiğine bağlı.

Yanıbaşımızda, Irak’ta devam etmekte olan soykırımın –evet üstüne basa basa tekrar etmeliyiz ki bu bir “soykırım”dır; zira işgal edildiği Mart 2003’ten bu yana Irak’ta 1 milyondan fazla insan öldürülmüştür– faillerinden mi? Dün Bosna’da Sırp canilerinin benzer bir soykırıma tabi tuttuğu Boşnaklar’ın feryadına kulak tıkayan, birçok ülkesinde İslamî değerlere ve Müslümanlara karşı düşmanlık hislerini besleyen ve körükleyen Avrupa’dan mı? Yıllardır mazlum Çeçen halkına karşı en acımasız uygulamaları hayata geçiren Rusya’dan, ya da Doğu Türkistan’da benzer sicillerin altına imza atan Çin’den mi?

İslamofobya karşıtı tepkilerin muharrik unsuru, “İslam ve Müslümanlar’ın maruz kaldığı haksız muameleler konusunda dünya kamuoyunu harekete geçirmek” tarzında özetlenebilir. Bir “dünya kamuoyu” lafıdır gezinir dillerde. Kimdir bu dünya kamuoyu? Kimler tarafından oluşturulur, nerededir, ne yapar?

Şurası açık ki, İslamofobya, dünyaya nizamat veren güçlerin marifetidir ve dahi dünya kamuoyu da aynı güçler tarafından oluşturulup yönlendirilen bir mekanizmadır. Kimi kime şikâyet ediyoruz?!

Belki en önce bu tavrın kendisi konuşulmalı. İslamofobya karşıtlığı içinde kendiliğinden bir “şikâyetlenme” ya da “sızlanma” bulunduğu açık. Siz dünyaya birilerinin nizamat vermesine kayıtsız kalır, hatta daha da öteye geçerek bu egemenliği –şu ya da bu mülahazayla/şekilde– pekiştirmeyi vazife addederseniz, sonradan şikâyetlenmenizin ya da sızlanmanızın hiçbir anlamı olmaz.

Dünyaya penceresinden bakmaya özen ve ısrar gösterdiğiniz Batı’nın “doğru”su budur. Benimsiyorsanız şikâyetlenmeyin; benimsemiyorsanız gereği üzerinde ciddiyetle düşünün. Küresel dengede hesaba katılacak neyiniz var?..

Batı’da İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda insan hakları konseptinde parantezler açıldığını, barışın askıya alındığını, demokrasinin tatile gönderildiğini, çoğulculuğun toprağa gömüldüğünü; esasen Batı’ya ait kavram ve kurumların münhasıran Batılı insan için öngörüldüğünü fark etmemiz için daha nelerin yaşanması gerekiyor?

Bu süreçte bir de “özür dilemeci” tutum üzerinde durulmalı. İslam aslında çok “barışçıl” bir dindir; kim ne kadar zulüm işlerse işlesin, kimsenin tavuğuna “kış” demez. Geçmişte ya da bugün “terör ve şiddet”e (bu kavramları da Batılılar’ın üretip tanımladığı unutulmamalı) başvuranlar olmuşsa da, bu onların yanlış İslam yorumunun sonucudur; İslam’ı da Müslümanlar’ı da bağlamaz.

Evet, bu psikoloji belki de en yıkıcı olanı. Terör ve şiddete karşı çıkma tavrı giderek İslam’ı, mazlumun hakkını zalimden sormayan, herkesin her yaptığını –en azından sessiz kalarak– onaylayan, dünyaya ve insanlığa, “ağaç dikin”, “temiz olun”…dan başka bir şey söylemeyen bir dine, hatta belki bir “sekt”e dönüştürme eğilimine giriyor.

Enerjimizi doğru kanalize ettiğimizden emin miyiz?

Milli Gazete – 15 Aralık 2007