Yaşayan en ünlü Osmanlı tarihçilerinden Prof. Dr. Halil İnalcık editörlüğünde hazırlanan 12 ciltlik Osmanlı‘yı ilim aleminin ve araştırmacıların istifadesine sunan Yeni Türkiye Yayınları’na, onu yeniden basarak faydasının umumileşmesine katkıda bulunan Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ve bu muhteşem eseri müstesna bir hediye olarak kütüphaneme kazandıran Eğitim Kültür Dairesi Başkanı Hayati Kırlı beyefendiye teşekkür ederek başlamam gerekiyor.
Sahasında büyük bir boşluğu doldurduğunda kuşku bulunmayan ve içeriğini oluşturan araştırma mahsulü yazılardan, baskı kalitesi ve cildine kadar konusuyla mütenasip bir ciddiyet ve zevki aksettiren bu önemli çalışmayı –programımda olmamasına ve okuma düzenimi sarsmasına rağmen– elimden bırakamıyorum. Öyle görünüyor ki bu eserin zaman zaman bu köşenin konuğu olmasına engel olamayacağım…
Öncelikle bu türlü kollektif çalışmaların Osmanlı‘ya da yansıyan önemli bir handikapına işaret edelim: Doğal olarak muhtevası birbiriyle çakışan kimi yazılar arasındaki çelişkiler. Burada, yazı sahiplerinin bakış açılarının farklı olması temel etken. Yeri geldiğinde bu noktaya örnekler zikretmeye çalışacağım. Bir de Osmanlı‘daki birçok başlık altında yer alan yazılar arasında, fazlasıyla “detay/parça” konulara hasredilmiş olanların mevcudiyeti dikkat çekiyor. “Maden ve Ahşap Sanatı, Kuyumculuk” arabaşlığı altında yer alan “Amasya ve Çevresinde Erken Osmanlı Dönemine Ait Üç Ahşap Kapı” başlıklı yazıyı da buna örnek olarak göstermek mümkün…
Bu genel değerlendirmelerden sonra bugün –kısaca da olsa– 8. ciltteki bir yazıya (196-205) değinmek istiyorum: “Osmanlı Hukuk Sistemi ve Usulü Fıkıh Üzerine Değerlendirmeler” başlığını taşıyan ve Yrd. Doç. Dr. Süleyman Akdemir ve Hasan Özket tarafından müşterek olarak kaleme alındığı anlaşılan yazıda şöyle deniyor: “… İslam hukukunda müçtehitlerin içtihatları yoluyla üretilen İslam hukuk doktrinleri (mezhepler) yeni sorunlara ve özellikle sanayi döneminin sorunlarına çözümler bulamamış ve genelde İslam dünyası ve özelde de Osmanlı İmparatorluğu çökmüş ve tarih sahnesindeki etkisini kaybetmiştir.”
Doğu-Batı karşılaştırmasını konu edinen ve dengelerin Batı lehine bozulmaya başladığı dönemleri tasvir eden hemen her yazıda görülen bu yargı teknik olarak ne kadar doğrudur? Daha önce de değişik vesilelerle dile getirmeye çalışmıştım; Doğu’nun yeraltı, yerüstü ve insan kaynaklarını hoyratça sömüren ve “yeni bünyesini” bu ucuz kaynaklar üzerine kuran Batı medeniyetinin temelindeki sömürü, köleleştirme, talan ve yağma unsurlarını görmezden gelerek, “Müslümanlar da böyle yapmalıydı” diyen yaklaşımı kesinlikle anlamıyorum. İnsanı, doğayı, dünyanın yerüstü ve yeraltı kaynaklarını bu denli bencilce, bu kadar acımasızca sömürmeden, tabiatın, insanın ve hatta uzayın bu derece kirlenmesine sebebiyet vermeden bir paradigmanın böyle bir teknolojik ve sınaî sıçrama yapabileceğine beni kim ikna edebilir? Sadizm, Makyavelizm ve Pragmatizm bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturan üç unsur iken Müslümanlar’ın böyle bir anlayışı benimsemesini beklemek ne kadar “İslamî”dir?
Şu halde, “Müslümanlar niçin geri kaldı?” şeklindeki soruyu yeni baştan şöyle formüle ederek, arayışı bunun cevabı üzerine inşa etmek gerekir: Bugünkü sınaî ve teknolojik gelişme, “sömürü” ve “dejenerasyon” olmadan mümkün müydü?
6 Temmuz 2002 – Milli Gazete