Muhammed Hamidullah hocanın vefatının ardından ortalığın bu denli kızışmasını neye bağlayabiliriz?
Bir tarafta onu “bid’ati küfre varan bir sapık” olduğunu söyleyerek cehenneme postalayanlar, diğer yanda “Peygamber aşığı bir alim” olduğunu söyleyerek savunmaya geçenler… Bir süre sonra üsluplar ağırlaşıyor, eski defterler tezgâhın altından çıkarılarak servise sokuluyor, küllenmiş kinler kızışıyor. Hamidullah’la başlayan itham savaşı giderek başka (eski) meselelere kayıyor. Belki bir süre sonra taraflara –çoğu zaman olduğu gibi– “yahu biz buraya nereden geldik” dedirtecek kadar “mecraını taşmış” bir tartışmaya dönüşecek bu durum.
Onu karalayanlar, “Ehl-i Sünnet’i savunma” adına hareket ettiğini söylüyor; alkışlayanlarsa dine ve ilme büyük hizmet etmiş bir alime haksızlık edildiği düşüncesiyle karşı taarruza geçiyor. Sonrası, havada uçuşan ithamlar ve karşı ithamlar…
Aklıma Abdullah b. Abbâs (r.a)’ın Hariciler’le yaptığı münazara geliyor. Patlamak için küçük bir kıvılcım bekleyen kitlesel hiddet ve “müşrikler”in boynunu “Allah için” uçurmaya sıyrılmış, öfkeyle bilenmiş asi kılıçlar… Mü’minlerin Emiri “son bir ümit” diyerek amcaoğlunu gönderiyor isyancı kitleye.
Kitaplarda detaylarıyla anlatılan ve Hariciler’den binlerce kişinin saf değiştirmesiyle neticelenen münazarada elbette öncelikle İbn Abbas (r.a)’ın bilgi ve hikmet yüklü tavrının altı çizilmeli. Ancak belki birkaç dakika sonra kıran kırana geçecek bir savaşa tutuşmak üzere olan Hariciler’in, böyle bir halet-i ruhiye içinde bile hakkı teslimden geri durmamalarındaki espriyi de atlamamak gerekir diye düşünüyorum.
Acaba Hamidullah hocanın vefatı üzerine ortamın bu denli kızışması, biraz da eski hesapların onun üzerinden yeniden görülmeye başlaması anlamına mı geliyor? Falancılarla filan grubun yarım kalmış düellosu mu tamamlanıyor bu vefat vesilesiyle?
Beni böyle düşünmeye sevkeden, onu savunanlarda da, itham edenlerde de bariz bir şekilde gözlenen “toptancı” tavır. Galiba kimliklerimizin arkasındaki “aidiyetler”in örselenmesine yanaşmadığımızdan, onu savunurken de karalarken de “tahtında müstetir” olarak yaptığımız, aslında kendi aidiyetlerimizin savunusu. Onu “toptancı” bir şekilde savunanların da savuranların da göze alamadığı, işte bu aidiyetlerin oluşturduğu kimliğin sorgulanması olsa gerek.
Tartışmalarda genellikle görülen, kendi doğrularını karşı tarafa toptan kabul ettirme gayreti olunca, kimsede “hakkı kabul”e yanaşma niyeti görülmüyor. Tartışmadaki bir tarafın dile getirdiği “bazı” doğrular olsa bile, öbür taraf bunları kabul ettiğinde “yenilgiyi kabul etmiş” görüntüsü doğacak. Böyle olunca aidiyetin ürünü olan kimlik ve onun üzerine kurulmuş bulunan değerler sarsıntıya uğrayacak. Sıkıntılı bir iş anlayacağınız…
Yoksa Hamidullah’ın da hatasıyla sevabıyla bir “beşer” olduğunun hepimiz farkındayız…
Milli Gazete – 15 Mart 2003