Örnek Bir Davranış

Ebubekir Sifil2002, Aralık 2002, Gazete Yazıları, İslam Tarihi, Konularına Göre, Şahışlar

Cumartesi günkü yazım üzerine muhterem Alioğlu’ndan gelen “farklı bakış açılarını telif” deneme ve önerisi dolayısıyla Hilafet-Kureyş ilişkisi üzerine dile getirmeyi düşündüğüm birkaç husustan şimdilik vazgeçiyorum. Alioğlu özetle şunu söylüyor: “Biz, işin başında ve Arap içinde Kureyş-mülk bağlantısına değil, hilafetin hep Kureyş’de kalacağı tezine itiraz ediyoruz. Çünkü hilafet belli bir dönemden sonra Osmanlılar’a geçmiştir. 4/en-Nisâ, 54’de “mülk-i azim”, zürreyit-i İbrahim (a.s)’dan olan Salihlere tahsis edilmiştir. İşin başında hilafet, Arap kabileleri içinde Kureyş’tedir. Çünkü hadisler onu zürriyet-i İbrahimin Araplar içindeki kollarından Kureyş’e tahsis ediyor. Bunun esprisi ise mülk ile cihad ilişkisinde yatmaktadır. Onlardan ehl-i cihad olanlar, yani Muhacirun, cihada devam ettiği sürece hilafet onlardadır. Kureyş cihadı terk ettiği zaman mülk başkalarına (Selçuklular’a ve onlardan da Osmanlılar’a) geçmiştir. Böylece hem Muhacirun’un hakkı gözetilmiş oluyor, hem Kurey’şin, hem de tarih ve cihad hattından haber veren hadisler ile Osmanlılar’ın.”

Alioğlu’nun bu konu hakkında daha önce gönderdiği ve bu köşede zikrettiğim mesaj (ve daha sonra email adresime gönderdiği ileti) ile yukarıdaki sözleri arasında hangi noktalarda farklılıklar bulunduğu üzerinde durmayacağım. Zira benim gözettiğim maksat, yukarıdaki sözler ile Alioğlu tarafından da gözetilmiş olmaktadır.

Kureyş-Hilafet ilişkisi konusundaki görüşüm kısaca şöyle:

  1. Hilafet’in Kureyş’te olduğunu haber veren hadisler Kureyşîliğin, hilafetin olmazsa olmaz şartlarından birisini teşkil ettiğini ve Kureyşî olmayanın halife olamayacağını ifade etmez. Bana göre Efendimiz (s.a.v) burada bir ihbarda bulunmakta, bir durum tesbiti yapmaktadır. Günün şartları, Kureyş’in diğer Arap kabileleri arasındaki mevkii ve İslam’a girişteki önceliği, hilafetin Kureyş’te kalacağını göstermekte ve hükmü yürütmek bakımından doğru davranışın hilafeti Kureyş’e vermek olduğunu ortaya koymaktadır.
  2. Hicretten sonra “Muhacirun” ve “Kureyş” kelimeleri birbirinin müradifi olarak kullanıldığı için hilafetin Kureyş’te olması demek, aynı zamanda Muhacirun’da olması demektir. Tersi de doğrudur. Bu sebeple Sakife günü hilafetin Kureyş’te olması gerektiğini savunanların, hicret etmeyen Kureyşîler’in de bu işe ehil olduğunu düşündüğünü söylemek mümkün değildir. Esasen Medine devleti kurulduktan sonra Müslüman olup da şu veya bu zamanda Medine’ye hicret etmemiş kimse bulunduğunu bilmiyoruz. Mesela Mekke’nin fethinden az öncesine kadar hicret etmediği halde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in amcası Hz. Abbas (r.a)’ın, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra hilafet meselesini Hz. Ali (r.a) ile müşavere ettiği ve kendisini bu işe ehil gördüğünü düşünmemizi mümkün kılacak bir tavır içinde olduğu dikkat çekmektedir. Dolayısıyla hilafet tartışmaları esnasında kullanılan “Muhacirun” tabirinin, ağlebiyet yoluyla Kureyş’i anlattığını söylemek yanlış olmayacaktır.
  3. İlgili hadislerin pek çoğunda Kureyş-hilafet ilişkisi, İslam’ın yöneticide aradığı şartlara riayetle sınırlandırılmıştır. Bahse konu şartlar çiğnendiği ve aranan özellikler kaybedildiği zaman hilafetin Kureyş’ten çıkacağı ise bedihidir. İlgili hadislerin tümü bir arada değerlendirildiği zaman hilafetin ilelebet Kureyş’te kalacağı sonucu zaten çıkmamaktadır.

Not: Birkaç gün önce Hakk’ın rahmetine kavuşan Hamidullah hocaya ve dar-ı bekaya intikal etmiş bütün Hak yolcusu ilim ehline Yüce Allah’ın rahmetiyle muamele etmesini niyaz ederim.

Milli Gazete – 24 Aralık 2002