Ölü Deniz’in Diri Şahitleri-2

Ebubekir Sifil2006, Gazete Yazıları, Nisan 2006

Ölü Deniz Parşömenleri Gerçeği‘nin yazarları, parşömenlerin haykırdığı gerçeğin dünya kamuoyundan yarım asır boyunca gizlenmesinde Vatikan‘ın (ve şimdiki Papa‘nın) rolünü ısrarla ve isabetle vurguluyor. Ancak bunu yaparken, 1967’deki meşhur “6 gün savaşları” neticesinde bölgeye hakim olan İsrail‘in, bu tarihten itibaren parşömenler üzerindeki tekelci tutumun devamına –en hafif tabiriyle– seyirci kalması konusunda hayli “hoşgörülü” davrandıkları da dikkatten kaçmıyor. Oysa bu durum, 1950’lerin başında Hristiyan ekipteki parçaların ele geçirilmesi için Moşe Dayan ve Ariel Şaron’un, Kudüs‘ün lağım kanallarını kullanarak saldırmayı planlama ciddiyetiyle hiç bağdaşmıyor! (Bu tarihe kadar, biri Yahudi diğeri Hristiyan iki ayrı ekibin elinde iki grup parşömen bulunuyordu.). Şu halde belgelerin dünya kamuoyundan gizlenmesinde İsrail‘in de hayli belirleyici olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.

1967’den itibaren İsrail‘in egemenliğine geçen parşömenler üzerinde “çalıştığı” söylenen ekibin öyle esrarengiz bir gücü vardı ki, kendilerine en küçük bir eleştiri yönelten bilim adamlarının ya itibar veya mevki kaybına uğraması, bilim çevrelerine tam bir korku ve dehşet havası yayıyordu. Söz konusu ekibi böylesine güçlü ve tedirgin kılan neydi acaba?

Gerçek şu ki, Havariler‘le Kumran cemaati arasındaki bağlantı, sadece Hristiyanlığın değil, Yahudiliğin de “kurgulanmış” bir tarih söylemi üzerine oturduğunu ayan beyan gösteren bir husus. Bu noktada Ölü Deniz Parşömenleri Gerçeği‘nin yazarlarının parşömenlerin muhtevası hakkında sorduğu şu sorular son derece can alıcı: “Yeni Antlaşmanın (Ahd-i Cedid) aksine, kaynağın çok yakınından gelen, hiç düzenlenmemiş bu metinler Hristiyanlığın kökenleri, Kudüs’teki sözde “İlk Kilise” ve belki de İsa’nın kendisi üzerine yeni, anlamlı bir ışık tutabilir miydi? Kurumsallaşmış gelenekleri (Hristiyan inanç ve kabullerini, E.S.) tehlikeye sokacak, onlara meydan okuyacak ve belki de yanlışlıklarını kanıtlayacak bir şeyler olabilir miydi içlerinde?”

Aslında bu soru, Hristiyanlar yanında, adı geçen kitabın yazarları BaigentLeigh‘in “bir tür alternatif Tevrat” dediği “Tapınak Parşömeni” dolayımında Yahudiler‘e de rahatlıkla yöneltilebilir. Yönetimle ilgili meselelerden evlilik ve ibadetlere kadar hayatın bütününü kucaklayan hükümler ihtiva eden bu parşömenin yanı sıra “Şam Belgesi” ve “Habakkuk Beyanatı” hem Yahudiler hem de Hristiyanlar için gerçekten önemli problemler doğuruyor. Bu belgelerde geçen “Yalancı” Hristiyanlar’ın, “Günahkâr Kâhin” ise Yahudiler’in ketum tavrını anlaşılır kılıyor. Zira ilkinde doğrudan Pavlus‘un, ikincisinde ise Havariler‘in reisi (Hz. İsa‘nın kardeşi olduğu söylenen) Yakub‘un katili Kâhin Ananas‘ın kastedildiği açık.

Kumran yazmalarını bizim için önemli kılan da burasıdır. Eğer İslam Tarihi bir anlamda Peygamberler ve onların ümmetlerinin tarihi ise, hiçbir Müslüman Ölü Deniz yazmalarına ve onları bırakanlara ilgisiz kalamaz. Zira bu yazmaların gerçeğe en uygun okuma ve yorumlaması ancak o dönemin Müslümanca incelenmesiyle yapılabilecektir.

Bugüne kadar İslam‘la ve onun tarihiyle ilgili olarak Yahudi ve Hristiyan müsteşrikler tarafından sayısız eser kaleme alınmıştır. Onlar tıpkı kendi tarihleri konusunda yaptıkları gibi bizim tarihimizi de “kurgulamak”tan geri durmadılar. Müslüman ilim adamlarının bu sahada yaptığı en dişe dokunur faaliyet, bunlara “reddiye” yazmakla sınırlı olageldi ne yazık ki!

Dinler Tarihi sahasında çalışan ilim adamlarımızın bu noktadan ileriye geçmeyi denemesi için daha ne kadar beklemek gerekiyor? Yahudiliğin ve Hristiyanlığın tarihini en doğru yazacak olanlar Müslümanlar değil midir?. Onların tarihini yazan, Tevhid‘in tarihine de hayati bir katkı sağlamış olacaktır. Ölü Deniz yazmaları böyle bir çalışmaya soyunmak için fazlasıyla kışkırtıcıdır.

Milli Gazete – 23 Nisan 2006