Nüzul-i İsa (as) İle İlgili Rivayetler

Ebubekir Sifil[dosya], 2004, Gazete Yazıları, Mayıs 2004, Nüzûl-i İsâ

Geçtiğimiz Çarşamba gecesi TV 5’te, yazı işleri müdürümüz muhterem Ekrem bey‘in haber programına Ankara‘dan konuk oldum. “İsa’nın Çilesi” filmi üzerine kısa bir süre söyleştik. Programı izleyen birçok kişiden muhtelif mesajlar aldım. Ancak içlerinde birisi vardı ki, bu yazıyı kaleme almamın esas sebebi bu mesaj oldu.

Berlin‘den yazan muhterem IGMG bölge başkanı Mahmut bey, nüzul-i. İsa (a.s) konusunda orada önemsenmesi gereken şüphe ve tereddütler bulunduğunu söylüyordu.

İmam el-Gazzâlî, “Bilmeyenler sussa ihtilaf azalır” demiş. Gerçekten de nüzul-i İsa (a.s) konusunda bilen-bilmeyen herkesin fikir beyan etmesi, kafa karışıklığının önemli sebeplerinden birini oluşturuyor. Konu üzerinde daha önce –gerek bu köşede, gerekse “Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler“de– ifade etmeye çalıştığım hususların tekrarını zait görüyorum…

Sünnet’in hücciyyetini (bağlayıcı bir delil olduğunu) kabul etmeyenlerle bu mesele üzerinde anlaşmak mümkün görünmüyor. Zira ilgili Kur’an ayetlerinin, farklı anlamalara müsait bir yapıda olduğu iddiasındalar. İşin bu yönünü anlarım da, Sünnet’in hücciyyeti konusunda çekincesi olmayanların nüzul-i İsa (a.s) meselesinde şüphe izhar etmesini anlamam mümkün değil.

Zira bir yandan Sünnet‘in Kur’an‘ı beyan edici özelliğini kabul ederken, diğer yandan pek çok alim tarafından “mütevatir” olduğu ifade edilen rivayetleri görmezden gelmek veya itibara şayan bulmamak tam anlamıyla “çelişki”dir.

Madem ilgili Kur’an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir anlaşmazlık var ve madem Sünnet Kur’an‘ın beyanıdır; öyleyse anlaşmazlık konusu oluşturan ayetlerin ne ifade ettiğini niçin Sünnet‘e müracaat ederek öğrenmeye çalışmıyoruz? Sünnet‘in Kur’an‘ı beyan fonksiyonu nerede kaldı?..

Eğer 30 sahabînin naklettiği 82 merfu (senedi Hz. Peygamber (s.a.v)’e dayanan, O’nun sözü olarak nakledilen) hadis yanında 35 mevkuf (senedi Sahabe‘den biten, sahabî sözü olarak nakledilen) hadis bizim için tevatür ifade etmeyecekse “tevatür” nedir?

Bazılarının iddia ettiği gibi tevatürde “sayıları rakamla ifade edilemeyecek fertlerden oluşan büyük kitlelerin birbirine nakli” şart ise, bu iddianın sahipleri “Tabakâtu’l-Kurrâ” türü kitaplarda Kur’an‘ı baştan sona ezberlemiş kaç sahabî ismi gösterebilirler? Daha önce de kimi vesilelerle ifade etmiştim; tevatür unsurunun bu şekilde zedelenmeye çalışılmasının, ucu Kur’an metninin mevsukiyetine kadar uzanan bir “ölümcül şüphe”yi tevlid etmesi kaçınılmazdır! Bunun hesabını kim verebilir?

Nüzul-i İsa (a.s) inancının İslam‘a sonradan girdiği iddiası Diyanet Vakfı‘nın hazırladığı “İslam Ansiklopedisi“ne kadar girmişse “öküzün bacadan çıkması” işten değildir!

Şu satırlar mezkûr ansiklopediden: “Tedvin döneminde hıristiyan kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak nüzul-i İsa inancının İslam akaidine girmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Hz. İsa’nın insanların aslî günahını affettirmek için kendini feda ettiği ve Tanrı hükümranlığını kurmak üzere dünyaya yeniden döneceği inancının hıristiyanlara ait bir akide olduğu bilinmektedir.” (XXII, 473)

Böyle bir iddiayı dillendirebilmek için –ilgili hadislerin Hadis Usulü kriterlerince tek tek değerlendirilmesi gerektiği gerçeği bir yana–, tedvin dönemine hakim olan tarihsel-kültürel durum yeterince göz önünde bulundurulmuş mudur? Nüzul-i İsa (a.s) olgusunu bir “inanç ilkesi” olarak benimsemekte dinî bir sakınca görmeyenler ve hadis rivayetleri kanalıyla bu inancın İslam itikadiyatına yerleşmesini temin edenler diyelim ki bizden çok daha az takvalı, Allah‘tan korkmaz, Peygamber‘den utanmaz kimselerdi!!! İyi ama acaba kendilerinin hakim, Hristiyanlar‘ın “tebaa” durumunda olduğu bir dönemde Müslümanlar hangi ihtiyaçların tazyikiyle Hristiyanlık‘tan “inanç devşirme” peşinde olmuştur?

Bir an için durumun onların dediği gibi olduğunu düşünelim ve ilgili rivayetler Hristiyan inancının hadis formuna sokulmasından ibaret olduğunu kabul edelim; peki çok küçük bir azınlık dışında kalan bütün bir Hristiyan dünyasının benimsediği gibi Hz. İsa (a.s)’ın çarmıha gerilmediği ve fakat –bu hadiseden daha önce veya sonra– tabii bir ölümle vefat ettiği konusunda bir tek hadis göremeyişimizi nasıl açıklayacağız?

Milli Gazete –1 Mayıs 2004