Ne Demek İstedim?

Ebubekir Sifil2011, Gazete Yazıları, Haziran 2011

“Seçim, Toplumsal Mutabakat ve Dinin Yaşanması” başlığını taşıyan 14 Mayıs tarihli  yazımda anlaşılmayan hususlar olduğu yolunda birçok e-posta, telefon vb. aldım. Benden tasrihat isteyen kardeşlerime hassasiyetlerinden ötürü teşekkür ediyor, bu hassasiyetin artarak devam etmesini ve gösterilmesi gereken her yerde, durumda ve kişiye karşı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kritik süreçte yanlış anlaşılmaya müsait gibi görünen ifadelerimden hareketle hakkımda su-i zan edilmesine fırsat vermiş olmamak için ne demek istediğimi tasrih edeyim:

O yazıda anlaşılmadığı belirtilen ifadelerden birisi şu:

“Hemen burada bir noktayı tebellür ettirmemiz gerekiyor: İçinden geçmekte olduğumuz süreçte halkta gözle görülür bir  “İslamlaşma”, ya da daha doğru bir ifadeyle “İslamî hassasiyetlerde bir yükselme” tesbit ediliyor. Başörtülü hanımların sayısının ve hacc müracaatlarının her geçen gün artması, oruç ve kurban ibaretlerinin sokağa damgasını vurması, bayram coşkusunun daha bir görünür olması… vs. bu söylediğimin göstergeleri olarak kabul edilebilir.”

Burada ifade ettiğim hususların gerçeğe çok da tekabül etmediği belirtiliyor okuyucu tepkilerinde; gerçek de böyledir. Evet, genelleme yapmak yanlıştır ve elbette bu büyük fotoğraf içinde gerçek kareler de vardır. Ancak kemiyet ve keyfiyet planında bütüne oranlandığında hayli zayıf durduğu hakikat olan bu kareler sebebiyle her şeyin süt liman olduğunu, bu milletin özlemini duyduğu ortama bi hakkın kavuştuğunu söylemek de abartı üstü abartı olacaktır.

Nitekim o yazıda ben de bu zahirî duruma aldanılmaması gerektiğini ihtar etmiş ve yukarıdaki pasajın hemen altında şöyle demiştim:

“Ancak bu durum, İslam’ın, olması gerektiği biçimde algılanması ve yaşanması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Gördüğümüz, biraz kültürel, biraz entelektüel ağırlıklı bir İslam algısının nicelik/kemiyet planına yansımasıdır ağırlıklı olarak. Buradan ne ölçüde takva, zühd, Allah korkusu, emr-i ma’ruf/nehy-i münker sorumluluğu, tarih ve gelecek şuuru çıkar, işte o hayli tartışma götürür…”

Kasdımın tam olarak anlaşılmadığı belirtilen  bir diğer pasaj da şu:

“Önümüzde bir seçim var. Bu söylediklerimden hasıl olan netice doğrultusunda seçim meselesine baktığımızda görünen şudur: Madem tarih boyunca olduğu gibi bugün de hayatımızı Fıkıh yönlendiriyor/yönlendirmelidir, öyleyse burada da Kavaid-i Külliye’ye gidelim ve meselemizi oraya arz edelim: “Def’i mefasid celb-i menafi’den evladır” diyor kavaid. Yani “bir yol ayrımında, bir tercih noktasında bulunduğumuz zaman “fayda getireni” mi, yoksa “zararı savanı” mı öncelikli olarak tercih edeceğiz?” sorusuna Kavaid’in verdiği cevap, “Zararı def etmeyi öne al” şeklindedir.”

Burada vurgulanan şudur: Seçim dönemlerinde olsun, başka ortam ve süreçlerde olsun, aslolan öncelikle zararı ve zararlıyı def etmektir. Faydanın ve faydalının temini/celbi ikinci planda gelecektir. Dolayısıyla bizim için aslolan aidiyetlerimize şu veya bu ölçüde zarar veren uygulama fikirlerin bünyeye sızmasını önlemektir. Bunun, özellikle son çeyrek asır içinde bizzat kendisini “müslüman” olarak ifade eden kimse ve kesimler eliyle yapılıyor olduğuna özellikle dikkat edilmelidir. Zinanın suç olmaktan çıkartılması, domuzun kasaplık hayvanlar sınıfına, dolayısıyla “hayatımıza” sokulması çok bilinen örneklerdir.

Ayasofya’dan sonra benim bildiğim bir “ilk” olarak İzmir’de bir caminin kiliseye çevrilerek ayin yeri haline getirilmesi elbette diğerlerinden daha önemlidir. Zira burada artık iş gelip “İslamî şiar”lara dayanmış demektir. (Bu meseleyi Pazartesi günü ele alacağım inşaallah).

Dolayısıyla tercihlerimizi yaparken “mahza hakk”ın peşinde olmalıyız. Birtakım mefsedetin gözümüzde gittikçe küçülüyor olmasına aldanarak onlar hiç yokmuş gibi davranamayız. İslamî reflekslerimizin hayli aşındığını gösteren bu sürece olanca gücümüzle direnmek zorundayız, Durum budur.

Milli Gazete – 4 Haziran 2011