Minare Krizi?

Ebubekir Sifil2009, Aralık 2009, Gazete Yazıları

İsviçre halkının çoğunluğunun ülkelerinde minare görmek istemediğini ortaya koyan referandumun ardından yükselen tepkiler sonuç verdi ve İsviçre hükümetinden özür ve durumu düzelteceği açıklaması geldi.

Olay henüz tazeliğini korurken ne kadar mümkün bilemiyorum, ama Müslümanlar bir noktayı kendi aralarında ciddi olarak tartışmalı: Bu gerçekten bir “kazanım” mıdır?

Toplamı neredeyse orta büyüklükte bir ülkeninkine denk bir Müslüman nüfus yaşıyor Batı’da ve bu nüfus gerçek anlamda ne geldikleri yerlere, ne de bulundukları yerlere aidiyet hissediyor. En azından dinî hassasiyetlerini canlı tutanlar için “Batı’da yaşamak” hala birçok soru işareti eşliğinde konuşulan bir mesele. Konuşuluyor, ama bu konuda nihai kararı verecek bir merci olmadığı için konuşulduğuyla kalıyor.

Bir an için kendimizi, ülkelerinde minare görmek istemeyenlerin yerine koyalım ve şöyle düşünelim: Herhangi bir Anadolu şehrinde yaşıyoruz. Ayak işlerimizi gördürmek üzere ülkemize çok sayıda gayrimüslim çağırıyoruz; bunların bir kısmı da şehrimize geliyor. Yaşama biçimleri, giyim-kuşamları, yeme-içme alışkanlıkları, hatta derilerinin rengi bizimkinden farklı.

Velinimeti durumunda bulunduğumuz bu insanlarla kaynaşmamız, aramızdaki farklılıkları görmezden gelerek ortak bir toplum oluşturmamız ne kadar mümkün? Bizimle kimi alanlarda aynı haklara sahip olmalarını sağlamamızda bile bir “veren el-alan el” durumu olmayacak mıdır?

Kaldı ki onların dinî ve sosyo-kültürel/tarihsel tecrübesi ile bizimki arasında derin yapısal farklılıklar var ve onların geçmişinde bizim dinimizden ve tarihimizden getirdiğimiz türden bir “bir arada yaşama” kültürünün esamesi okunmaz…

Batı’da yaşayan Müslümanlar ile oraların yerlileri arasında görünmez duvarlar bulunduğu, “bir arada” yaşamalarına rağmen bu iki farklı toplumsal yapının “beraber” olmalarının imkânsızlığı aslında herkesin bildiği bir realite. Bununla birlikte Batı’daki Müslümanlar, orada yaşamaya, orada yaşamanın getirdiği sıkıntılarla mücadeleye ve onları aşmaya öylesine kilitlenmiş ki, “bunları niçin yaşamak zorundayız?” gibi bir soruyu, “nereden çıktı şimdi bu?” gibi bir mukabeleyle karşılamalarına şaşırmamak gerek…

Diyelim ki İsviçre’deki minare krizini aştık. Diyelim ki Müslümanlar olarak bütün Avrupa’da minareli cami yapma izni kopardık. Peki sonra? Muhal farz, “minareli cami” talebinin bir adım sonrasında “ezanlı minare” hakkı da elde edilmiş olsun. Bu, oraları İslam beldesi mi yapacak?

Batı’da yaşamayı fiilî bir durum olarak kabullenmiş Müslümanların bilincinde “vatan” kavramı nerede durur?

Son Almanya seyahatinden dönüşte uçakta yan yana oturduğumuz –Almanya doğumlu– Türk genci, Türkiye’de ailesinin ve kendisinin gerek bürokratik mekanizmadan, gerekse alışveriş yaptıkları insanlardan gördükleri muamelelerden öylesine bunalmış ki, kırık Türkçesiyle uzun uzun anlattığı sıkıntıların sonunda, “Hocam, ben bütün bunlardan sonra Türkiye’ye dönmeyi düşünür müyüm!” demiş ve eklemişti: “Geçen yaz tatil için İspanya’ya gittim. Artık Türkiye’ye tatil için bile gitmeyeceğim…”

Elbette bu ter örnek değil. O genç gibi yüzlerce, binlerce insanımızın bilincindeki “vatan” kavramı hayli silikleşmiş durumda. Hani burada yaşayan yakınları olmasa, neredeyse tamamen ilgilerini kesecekler memleketle!

Evet, problemin bir yanında insanımızı “memleket”ten soğutan olumsuzluklar var. Bunu görmezden gelmek mümkün değil. Ancak diğer yandan görmemiz gereken bir diğer gerçek de şu: Batı’da elde ettikleri her hak, Müslümanlar’ı Batı’ya bağlayan bağları biraz daha kuvvetlendiriyor. İşin garip yanı, bu sürecin sonunu kimse konuşmuyor. Bir gün gelir de yaşadıkları ülkelerden “ya sev ya terk et” muamelesi görecek olurlarsa ne olacak?

Milli Gazete – 5 Aralık 2009