Birkaç gün önceki bir yazımda Prof. M. Kaplan’dan, “kültür-din” ilişkisini açıklığa kavuşturan bir cümle nakletmiştim. Kültür konusunu inceleyenlerin neredeyse ortak kanaatini yansıtan o cümledeki tesbit, bugün bizim için ne ifade ediyor?
Elbette toplumumuzda “kültür” motifi olarak yaşayan hususların tümünün İslam kaynaklı olduğunu söyleyemeyiz. Ama bu, toplum kültürünün hayatî unsurları olarak yaşayan İslamî motifleri görmezden gelmemize de gerekçe teşkil etmemelidir.
Bu noktada “İslamî kesim” diye adlandırılan çevrelerde yaşanan sıkıntılar, hatta yer yer çatışmalar, içine düşülen “yabancılaşma”nın boyutlarını işaret ediyor. İslamî bilgilenme sürecinde özellikle gençlerin, “cahiliye kültürü”nü reddetmek adına toplumla bütün bağlarını koparmaları, sadece toplum kültüründe yaşayan İslamî motiflerin görmezden gelinmesiyle kalmıyor, daha da önemlisi, toplumla kurulması gereken bağların biricik zeminini de dinamitlemek anlamına geliyor.
30-40 yıldır yaşanmakta olan bu sürecin şimdiye kadar düşünce adamlarımız tarafından sosyolojik ve sosyo-psikolojik incelemesi yapılmış mıdır, bilmiyorum; ama bildiğim bir şey var: Bu süreç bizim edebiyatçılarımızın gündemine bile doğru dürüst girmiş değil.
Bir önceki yazıda bu sürecin “şok” bilgilenmenin getirdiği dönüşümden kaynaklandığını söylemiştim. Birkaç kitap okuduktan sonra “gerçeği bulan” gençler, toplumu, arkadaşlarını, ailelerini hatta eşlerini bile “müşrik-cahilî” addedip iletişim kanallarını kapatıyor.
Oysa bunun, “geride bırakılanlar”da yol açtığı sosyolojik tahribat yanında, İslam hakkında imaj üretme merkezlerince oluşturulan menfi yargıları besleme mekanizmasına rahatlıkla dönüştüğünü görmek gerekiyor.
Hatta sürecin bu şekilde işlemesinin, bizzat öznelerine bile ne büyük sıkıntılar getirdiğini yakından biliyoruz. Gerçi onlar bunu “İslam adına göze alınması gerekenler” cümlesinden görüyor ve katlanmayı “fazilet” sayıyor; ama kimse, “bunlar yaşanmak zorunda değildi” demiyor.
Bir şey biliyorum: Gidenler de, geride bıraktıkları da “bizim.” Tarafları kabul edilebilir bir noktada buluşturmanın tek zemini ise “kültür.” Şu veya bu ölçüde hepimizin ortak paydası, hepimizin değişik seviye ve ölçülerde katıldığı, kendisinden bir şeyler bulduğu ve bir şeyler katması gereken biricik vasat.
Yine daha önce söylediğim gibi bu toplumun dejenerasyonu “kültür değişmesi” olgusunun dayatılmasıyla gerçekleştiriliyor. Aslında “ithal edilen şey” gerçek anlamda “kültür” olarak isimlendirilmeyi asla hak etmeyen “sanal” bir değersizlikler yığını.
Bu arızanın düzelmesi ise, ancak kültürel kodlarına hayatiyet veren en temel unsurun İslamlık olduğu gerçeğinden hareketle, toplumun, kültürel değerleriyle barışık yaşamasıyla mümkün olabilir…
Milli Gazete – 26 Nisan 2003