İki yıl önce gittiğim Berlin’de, ilk nesil “Almancı”lardan bir ağabey anlatmıştı: İlk Türk işçileri Almanya’ya gittiği zaman Berlin’in mutena semtlerinden birinde oturan bir Alman aristokratı, “Osmanlılar geliyor; çoluk-çocuğun medeniyet öğrenmesi için ele geçmez bir fırsat…” diyerek evini şimdi Türkler’in yoğun olarak bulunduğu Kreuzberg semtine taşımış. Değinmek istediğim konu bakımından, o Alman aristokratının, Türk işçilerinde aradığını bulamamanın inkisarıyla çok geçmeden eski semtine geri dönmek zorunda kalması birinci derecede önemli olmadığı için hadisenin bu kısmını şimdilik bir kenara bırakalım.
O Alman’ın “Osmanlı”da bulmayı ümit ettiği şeyin, en yalın anlamıyla “din” olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Hiç şüphesiz o adam, benim de Berlin’de birçoğunda misafir edildiğim “hizmet ve faaliyet mekânları”nda beyhude aradığım şeyi arıyordu: “Kültür”ü…
Bir önceki yazıda “toplumsal kimlik” diye bahsettiğim bu “şey”, estetik zevkten yeme-içme tarzı ve damak tadına, mimariden edebiyat ve musikiye, insanî ilişkilerden giyim-kuşam stiline… kadar bir toplumu diğerlerinden ayıran özellikler bütünü olarak “kültür”den başkası değildir.
Yukarıda, bahsi geçen Alman’ın aradığı şeyin “en yalın anlamıyla “din” olmadığını” söylemiştim. Elbette din “kültür”e varlık ve özgünlük veren en temel faktördür ve bu bakımdan ben meseleye, “İslamiyet birçok bakımlardan eski Türk medeniyetine uygun olduğu için, muazzam tesirine rağmen Türklüğü yok edememiş…” diyen Prof. Mehmet Kaplan gibi yaklaşmıyorum. “Kültür” dediğimiz bütünün içinden “din”i çekip aldığınız zaman Hristiyanlaşan Bulgar ve Gagavuzlar’ın, Yahudileşen Hazarlar’ın veya milattan önceki dönemlerde Çin’de Budizm’i kabul eden Tabgaçlar’ın akıbetiyle karşılaşmanız kaçınılmaz olur.
Ancak dinin, temel parametreler dışında toplumun inisiyatifine bıraktığı geniş alan içinde toplum tarafından yüzyıllar içinde oluşturulan ve dinin derin etkilerini taşıyan “kültürel kimlik” ile “din”in bizzat kendisinin, bugün bizim bilinç yapımızda sağlıklı bir değerlendirme alanı bulduğunu söylemenin çok da mümkün olmadığı açık. Kısaca söylemek gerekirse, eğer dine “ruh” demek doğru olursa, kültür de –Alman filozofu Hegel’in deyimiyle– “maddeleşmiş ruh”tur; yani ruhun somuta yansımış, ete kemiğe bürünmüş hali…
Din-kültür ilişkisi bakımından bizim için açıklayıcı olabilecek en yakın ve canlı örneği Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşadığımız modernleşme serüveninde bulabiliriz. Bu süreç içinde resmî bir “din değiştirme” öngörüsü olmadığı halde, kültürel sahada yaşanan dönüşüm, neticede dinin toplumsal bilinç ve toplumsal hayat bakımından icra ettiği fonksiyonu gözle görülür biçimde etkilemiştir. Bir diğer deyişle, bizde bir “din değişmesi” değil, “kültür değişmesi” hadisesi yaşandığı halde kültür ve medeniyet boyutu dumura uğratılmış bir dinin, salt “ruh” olarak birey ve toplum hayatında dönüştürücü etki yapması yolundaki gayret ve beklentiler şu ana kadar kayda değer bir sonuç doğurmamıştır.
Milli Gazete – 19 Nisan 2003