Kendine Zulmetmek

Ebubekir Sifil2007, Gazete Yazıları, Ocak 2007

İmam eş-Şa’rânî, ilimde belli bir mesafe aldıktan sonra, hayatına yeni bir istikamet verecek olan Ali el-Havvâs hazretleriyle karşılaşır. Ali el-Havvâs ümmi (okuma yazması olmayan) birisidir; eş-Şa’rânî ise ulema zümresinden!

Şeyhinin eş-Şa’rânî’ye ilk direktifi, bütün kitaplarını satıp parasını tasadduk etmesidir. eş-Şa’rânî, nefis eserlerden oluşan muazzam kütüphanesini satar ve parasını fakirlere tasadduk eder. Fakat aklı kitaplarında kalmıştır. Zira her birine ayrı bir emek vermiş; üzerlerine notlar düşmüş, haşiyeler yazmıştır. Şeyhi bu durumu sezince, kitaplarıyla alakasını kesip, onları tamamen aklından çıkarmasını, bunun için Allah Teala’yı çokça zikretmesini söyler.

Bu giriş üzerine başlıktaki ifadenin bu tecrübeyi veya Tasavvuf tarihindeki pek çok benzerini anlattığını düşünmekte acele etmemenizi öneririm.

İmam eş-Şa’rânî, şeyhinin söylediğini yapar ve o alakadan kurtulur.

Sonra şeyhi ona uzlete çekilmesini emreder. Çekilir. Ama bir süre sonra –insanların gafil olduğu bir işle iştigal ettiğini düşünerek– kendini insanlardan üstün görmeye başlar. Bunun üzerine şeyhi tarafından, insanların en hayırlısı olduğu düşüncesini terk etme mücahedesine yönlendirir. Bu sürecin sonunda eş-Şa’rânî, insanların en rezilini bile kendisinden hayırlı görecek noktaya gelir.

Arkasından şeyhi, insanların içine karışmasını, onlardan gelecek eziyet ve sıkıntılara sabretmesini emreder. Bunu da yapar. Ancak bu süreç de –anlaşılabilecek sebeplerle– kendisini diğer insanlardan üstün görme hissine kapılmasıyla sonuçlanır. Bu defa da bu hissi yenmek için çalışmaya yönlendirilir ve bir süre sonra onu da aşar. Bu aşamadan sonra her şeyden alakasını keserek zikrullaha yönelir…

Başlıktaki ifade bu süreci mi anlatmaktadır?

Bugün elimizde bulunan eserlerini, bütün bu süreçlerden geçtikten sonra yazan, yani ilmî hayattan mutlak anlamda kopmamış olan bir eş-Şa’rânî ile karşı karşıya bulunduğumuza göre, başlıktaki ifadenin tarikatlardaki benzer uygulamaları anlatmayı hedeflediğini söylemek doğru olmaz.

O halde başlık neyi anlatıyor?

İstiap haddini aşan yükün altına girmenin, gerekli donanıma sahip olmadan, sadece “bilme arzusu”nun sevkiyle bilgi yüklenmenin, inançta, sözde, davranışta ve amelde “istikamet” sağlamayan bilginin hamallığını yapmanın zulüm olduğunu ve bu zulmü de kişioğlunun kendi kendine reva gördüğünü anlatmayı hedefliyor başlıktaki ifade.

Bilgilerini sağlam bir temele oturtmadıkları için, bu durumda bulunanlar, ters esen her rüzgârda “kafa karışıklığı” yaşamaktan kurtulamazlar. Bunun üzerine bir de “bilgi çağı”nda yaşıyor oluşumuzun dayattığı “bilme mükellefiyeti”ni ve her türlü bilginin rahatlıkla ulaşılabilir durumda olmasının doğurduğu sakıncaları eklediğimizde problem daha bir katmerli hale geliyor.

Şu halde kendilerini “öğrenme/bilme” eylemine mecbur hissedenlerin önünde iki seçenek var: Ya kendilerini, –temel mükellefiyetler dışında– içinde bulundukları durumda bilmeleri gereken şeyleri öğrenmekle sınırlayacaklar, ya da ciddi ve uzun bir eğitim sürecini göze alarak bu yola çıkacaklar.

Arada kalmak a’rafta kalmaktır çünkü…

Milli Gazete – 27 Ocak 2007