İtikatta Çoğulculuk

Ebubekir Sifil2004, Gazete Yazıları, Şubat 2004

Günümüzde İslam’ı sonradan öğrenen/benimseyen insanları diğerlerine kıyasla belki de en fazla zorlayan husus, hangi itikadî sistemi benimseyeceği sorusunun cevabıdır. İtikadî fırkaların birbiri peşisıra zuhur ettiği ve Amip gibi bölünerek çoğaldığı ilk dönemleri dışarıda tutarsak, Modern döneme kadar Ehl-i Sünnet‘in kendisini ispat etmiş hakimiyeti dolayısıyla böyle bir sorun yaşanmadığını söylemek yanlış olmaz.

Ancak Modern dönemde, gerek Ehl-i Sünnet akidesini güçlü bir şekilde savunacak yetkin alimlerin azalmış olması, gerekse İslam dünyasını iç muhasebeye iten siyasal, ekonomik, askerî vd. alanlarda yaşanan olumsuzlukları “akide sorgulaması“na gerekçe yapmak gibi “ölümcül” bir hata yapan Modernistler‘in önüne açılan geniş alan dolayısıyla günümüzde “hangi itikadî sistemi benimsemeli?” sorusu (daha basit seviyede ve fakat daha yaygın olarak “kimi okumalı?” tarzında karşımıza çıkan soru da bu problemin bir tezahürüdür) yukarıda işaret ettiğim kesimler nezdindeki ağırlığını gittikçe daha fazla hissettiriyor.

Bu soruyu iki şekilde cevaplandırmak mümkün:

  1. İtikatta çoğulculuğu kabul ederek. Ancak modern zamanlara özgü bu tavrın pratikte bir “cevap” değil, bir “kaçış” olduğunu söylemek zorundayız. Bir diğer söyleyişle bu tavır bir “çözüm” değil, bizatihi bir “problem”dir. Zira herhangi bir itikadî meselenin hem red, hem de kabul edilebileceğini ileri sürmek, ona hem inanılması, hem de inanılmaması gerektiğini iddia etmek demektir. Söz gelimi “nüzul-i İsa (a.s)” inancının hak olduğuna ya inanırsınız ya da bunu inkâr edersiniz. Bu iki tavrın dışına çıkarak “ikisi de doğru olabilir” demek, karın beyaz olduğunu söyleyenler de, siyah olduğunu söyleyenler de haklıdır demeye gelir ki, bu, teknik anlamıyla “safsata”dır ve itikadî konularda “nötr kalmak”la “inkâr” aynı şeydir.

Bağlam farklı olsa da, bugünlerde özellikle siyasî çevrelerde sıkça kullanılan “çözümsüzlüğü çözüm olarak görmek” formülünün konumuza uyarlanmış versiyonu olarak ifade edebileceğimiz bu tavır, hem “itikat” alanının “kesinlik” ve “kesin tercih” isteyen yapısı, hem de kişinin uhrevî durumunu doğrudan tayin edici rolü dolayısıyla kesin biçimde reddedilmelidir.

  1. Mevcut herhangi bir itikadî sistemin doğruluğuna karar vererek. Bu da iki şekilde mümkündür: Tahkik ederek ve taklit ederek.

Eğer itikadın bütüncül bir “sistem” olması gerektiğini söylemek zorundaysak –ki öyledir–, mevcut itikadî sistemlerin tamamını tahkik ederek bir sonuca varmanın öyle kolay bir mesele olmadığını anlama yolunda ilk adımı atmış oluruz. İkinci adımda Usul-i Fıkh‘ın, Akaid/Kelam dahil bütün disiplinlerin temeli olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, nasıl bir işe soyunduğumuzu fark etmiş olmanın dehşetini üzerimizden atabilirsek ve hala mecalimiz kalmışsa, bütün birikimimizi sıfırlayıp Usul-i Fıkıh tahsiline koyulabiliriz…

Geçmişte –istisna kabilinden de olsa– rastladığımız, itikatta Mu’tezile, Fıkıh’ta Hanefî, hatta Usul’de Hanefî, füruda Şâfiî ekolünü tercih etmiş isimler, meselenin “tahkik” seviyesinde değil, “taklit” seviyesinde ele alındığında karşılaşılabilecek ilgi çekici örnekleri oluşturur. Ancak itiraf etmeliyiz ki burada asıl ilgi çekici olarak görülmesi gereken, bu parçalanmış zihin yapısını “problem üretici” bir mekanizmaya dönüşmeden absorbe etmeyi başarmış bulunan hakim yapıdır. Malezya‘da Doktora yapmakta olan Serdar Demirel kardeşimin nefis tesbitini ödünç alıp uyarlayarak ifade edersek, Ehl-i Sünnet tavrın doğasında mevcut olan “sindirme ve ifraz” mekanizması, Tâcuddîn es-Sübkî‘nin çerçevelemesiyle Hadis, Kelam ve Tasavvuf karakterli yönelimleri, yani Ehl-i Hadis‘i, Eş’arî-Maturîdî Kelamî çizgiyi ve Tasavvuf‘u –yer yer belli rezervler koyarak– kucaklayan bir yapı olarak temayüz eder.

Günümüzde ise yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi parçalanmış bir zihnî yapının mevcudiyeti, hakim yapının bütünleştirici olmaktan uzak, ayrıştırıcı karakteri sebebiyle temel bir problem olarak kendisini göstermektedir.

Eğer günümüzde “itikadî tercih sorunu”nu sorun olmaktan çıkarmak gibi bir meselemiz varsa, Ehl-i Sünnet tavrın bu özelliğini göz ardı etmek gibi bir lüksümüz yok demektir. Bütün mesele itikat kitaplarının muhtevasını oluşturan hususları belli bir “öncelik sıralaması” algısı içinde değerlendirme becerisinin gösterilmesidir. “Hangi Ehl-i Sünnet?” sorusu da ancak bu şekilde gündemden düşürülebilir.

Milli Gazete – 7 Şubat 2004