İnsanlığın tamamını kucaklayan “ortak değerler”den söz etmek ne kadar mümkündür? Sahiden hiç kimsenin itiraz edip şerh düşmediği, herkesin kabulüne aynı ölçüde mazhar olmuş değerler mevcut mudur? Son dönemde herkesin –müslümanların da!– diline pelesenk olan bu söylem nedir, ne ifade etmektedir?
Şu bir hakikat ki, insanlık tarihi boyunca her inanç ve kültür havzasının, her meslek ve meşrebin ayrı değerleri, kabul ve reddleri oldu. “Küllü hizbin bimâ ledeyehim ferihûn” (Her grup kendi sahip olduklarıyla mutlu ve mutmain).[1]23/el-Mü’minûn, 53. İnsanlık alemi sadece etnik temelde değil, dinî, kültürel, antropolojik… temelde dahi bir “farklılıklar yelpazesi”dir.
Bu bugün dahi böyledir. Şu farkla ki, geçmişte kendi değerlerinden vaz geçerek, onların miadının artık dolduğunu düşünerek başkalarına ait değerlere öykünme, onları bütün insanlık için “genel-geçer” kabul etme tavrına rastlamak mümkün değildi. Dünyanın müşahede ettiği “modern zamanlar”ı diğerlerinden farklı kılan hususiyetlerden birisi burada kendini gösteriyor.
Ne zaman ki Batı’nın kendi içinde yaşadığı dinî, tarihî, sosyo kültürel, felsefî… değişimler/dönüşümler “evrensel” kabul edilerek dünyanın geri kalanına hızla ihraç edilmeye/dayatılmaya başladı, “insanlığın ortak değerleri” üst başlığı altında yer alan değer ve kabullerin bünyemizde yer tutması işte o zaman söz konusu oldu. O süreçleri Batı’da var kılan arka planın, dinî, siyasî, kültürel, sosyal, antropolojik ve etnik hususiyetlerin bizde mevcut olup olmadığı, benzer ve farklı yönlerin neler olduğu … gibi hayatî sorular “tehlikeli” olduğu için hep bastırıldı, ötelendi, türlü siyasî ve “bilimsel” metotlarla etkisizleştirilmeye çalışıldı…
Yani bu, kendiliğinden tezahür eder tabii bir süreçler bütünü olarak değil, Batı’nın, zaman zaman gerçekten çok kaba metotlara başvurarak dünyanın geri kalan kısmına “dayattığı” bir “politika” olarak dünyamıza ve dilimize girmiş bir durum… Bütün İslam Dünyası’na hakim olan manzara üç aşağı beş yukarı bu…
Peki bu tavır bugün yaygın hale gelmişse yukarıdaki tesbit geçerliliğini yitirmiş olmuyor mu? Yani bugün farklı din, kültür, etnik köken ve coğrafî aidiyetlerden yükselen baskın bir ses “insanlığın ortak değerleri”nden söz ediyorsa, geçmişte olan geçmişte kalmış/kalmalı değil midir?
Öncelikle şunu söyleyelim: Başkalarını bir kenara bırakarak konuşacak olursak, Müslümanlar olarak bizim, bu vakıayı kendi kaynaklarımıza, aidiyetlerimize ve tarihsel varlığımıza götürerek kendi varoluş kodlarımız esasında ciddî anlamda muhakeme ettiğimizi kimse söyleyemez. Bu süreç tamamen “siyasî” zeminde ve siyasî/idarî karar mekanizmalarının uygulaması olarak yaşandı. Geniş toplum kesimlerinin düşünce ve kanaatinin “dağdaki çoban” söylemine indirgenmesi o zamanların ürünüdür…
İkinci olarak “insanlığın ortak değerleri” söyleminin sahici bir zemine sahip olmadığı, onu ihraç edenler kadar ithal edenler tarafından da bal gibi farkında olunan bir hakikat. Herkes iyi biliyor ki, dünyada zahirî şartlar itibariyle en geçerli/iş gören söylem olduğu için “insanlığın ortak değerleri”ne böylesine sık atıf yapılıyor.
Üçüncü olarak, “gelişme, kalkınma, ilerleme” gibi kavramlarla Batılı hayat tarzı arasındaki kopmaz ilişkiyi görmezden gelmek mümkün değil. Bir taraftan “gelişmişlik” standartlarına sahip olup, diğer taraftan kendi değerlerini –”turistik unsurlar” olarak değil– gerçek anlamda muhafaza edebilen bir tek toplum örneği var mıdır?
Soru şu: Geliştiği söylenen bir toplum, Batılı hayat tarzını kabul ettiği için mi gelişiyor, yoksa geliştiği için mi Batılı hayat tarzını kabul ediyor?
“Gelişme/kalkınma/ilerleme” dediğimiz süreçlerin, Batılı hayat tarzını benimsemekle başladığı, bu bağlamda fark etmemiz gereken en önemli gerçeği oluşturuyor. Bir diğer ifadeyle, zamansal olarak “değer ithali” önce, “cep telefonu ithali” sonradır.
Meselenin bir diğer boyutu, Batılı değerlerin Batılı olmayanlara ne sağladığı. Bu soruya eşitlik, özgürlük, adalet, kalkınma, gelişme, ilerleme… kelimeleriyle cevap verildiği malum.
Cumartesi günü bu noktadan devam edelim.
Milli Gazete – 17 Ağustos 2009
Kaynakça/Dipnot
↑1 | 23/el-Mü’minûn, 53. |
---|