“İnsan Hakları” Üzerine

Ebubekir Sifil2007, Aralık 2007, Gazete Yazıları

10 Aralık İnsan Hakları Günü dolayısıyla bu yazıyı –geç de olsa– “insan hakları” kavramına tahsis edeceğim.

Doğum yeri olan Batı’da bu kavramın ortaya çıkışı ve kat ettiği aşamalar ilgi çekicidir. Ancak burada üzerinde durmak istediğim husus daha önemli: İnsan hakları kavramını, sosyokültürel ve tarihsel arka planı, muhtevası ve bugün hangi amaçlara hizmet ettiği gibi hususları göz ardı ederek “İslamîleştirmek”, günümüz müslümanlarının yaygın davranış kodu haline gelmiş bulunuyor. “Hak talep etme” konumunda bulunanlar için insan haklarına dayalı bir söylem, talebin “meşriyet”ini temin eden en temel unsur olarak kabul ediliyor. Bu çerçevede mesela başörtüsünün bir “insan hakkı” olduğunu söylüyor ve bu konudaki yasakçı tavrın insan haklarına aykırılığını dile getiriyoruz.

Ne ki burada gözden uzak tutulmaması gereken bir durum var: İnsan hakları kavramına vücut veren anlayış ile İslam’ın meseleyi vaz ediş tarzı arasında esaslı farklılıklar vardır. İnsan hakları kavramı insanın sırf “insan” olmak haysiyetiyle doğuştan tabii olarak sahip olduğu haklar olarak kabul edilmektedir. Oysa İslam, insanın hak ve sorumluluklarının, onu yaratan tarafından vaz edildiğini vurgular. Bu, en temel farklılıktır. Zira ilkinde insanı merkeze alan ve bireyi toplum, devlet ve diğer bireyler karşısında korumayı hedefleyen anlayış ön planda iken, diğerinde birey de devlet ve toplum da münhasıran varlığı var eden tarafından çizilmiş sınırlara riayetle mükelleftir. Mü’minde bu sınırlara riayet bir “mecburiyet” olarak değil, gönüllü bir adanış ile somuta dökülür ve nihai aşamada “kemal”e ulaştırır; insan hakları kavramının ise –”seküler” olması dolayısıyla– “mecburiyet”ten öte bir boyutundan söz edilemez.

Bu noktada, “bu ikisi arasında pratikte fark yoktur” gibi bir itiraz cümlesiyle karşılayabiliriz. Ama böyle bir itiraz iki noktadan sakıttır:

  1. İnsan hakları kavramı ile İslam’ın çizdiği çerçevenin pratikte farksız olduğunu söylemek –eğer işin içinde kasdî bir zorlama yoksa– mümkün değildir. Zira mesela ma’rufu emretmek/yaymak ve münkeri ortadan kaldırmak mü’minlerin en temel görevidir. Buna mukabil, münkerat çerçevesine giren pek çok hususun çağdaş dünyada birer “insan hakkı” olarak görüldüğü, pek çok “ma’ruf”un da insan haklarına aykırı görülüp yasaklandığı aşikârdır.

Öte yandan insan hakları kavramı bugün gerçek bir “ideoloji” kimliğine büründürülmüş ve münhasıran kendisine vücut veren dünyaya hizmet eder hale gelmiştir.

  1. Pratikte böyle bir farklılık olmadığı –muhal farz kaydıyla– kabul edilse bile, bu, temelde farklılığın olmadığı anlamına gelmez, dolayısıyla zaman içinde farklı pratiklerin olmayacağını garanti etmez.

Zira meselenin temelinde iki farklı dünyanın algı tarzı bulunmaktadır. İnsan hakları kavramı, yukarıda değinildiği gibi seküler bir dünyanın ürünüdür ve birbirinin hakkını-hukukunu tecavüz etmeyi hayat tarzı haline getirmiş birey, grup ve toplumsal yapıların, mecburen geldiği “artık yeter, sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” noktasının sonucudur. Temelinde insanı (Batılı insanı tabii!) kutsayan bir anlayış barındırmaktadır. “Tabii hukuk” kavramı böyle bir anlayış ve kabulün sonucudur.

Oysa İslam’da hakkın da görevin (mükellefiyet) de kaynağı ilahî iradedir. İslam insanın iki türlü hakkı gözetmesini ister: Hukukullah ve hukukul ibad; yani Allah hakkı ve kul hakkı. Burada birey kendisiyle konuşur: Riayet etmeliyim! Diğerinde ise ötekiyle: Riayet etmelisin!

Hasılı İslam’ın insanın sahip olduğunu bildirdiği hakların birçoğu, insan hakları kavramının muhtevasında bulunan birçok unsur ile örtüşmektedir. Ama kesinlikle bir “aynîlik” söz konusu değildir.

Gördüğünüz gibi meseleyi bir yazıda özetleyebilecek kadar maharetli değilim. Bu, zaman zaman bu konuya döneceğimiz anlamına geliyor…

 Milli Gazete – 17 Aralık 2007