Ulemamız, İslam’ın özünü şu üç hadisin teşkil ettiğini söyler:
- “Ameller niyetlere göredir…”
- “Helal bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında ise şüpheliler vardır…”
- “Üstüne vazife olmayan işleri terk etmesi, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.”
Dikkat edilirse bu hadislerden ilki “niyet/maksat”la ilgilidir ve her işin başlangıcını (dolayısıyla da sonunu) tayin eder. Bir işten maksat/niyet neyse, hüküm de ona göre olacağından, tashih-i niyet her işin başıdır. “De ki, “Benim namazım da, sair ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de Alemlerin Rabbi olan Allah içindir”[1]6/el-En’am, 162. ayeti bize, her işimizin münhasıran Allah Teala’nın rızasını tahlise matuf olması gerektiğini öğretiyor. Bu sebeple İmam el-Buhârî, Sahîh’ine “niyet hadisi” ile başlamıştır.
İkinci hadis pratik hayata mütealliktir. Günlük hayatta yapıp ettiklerimiz mutlaka ya “haram”, veya “helal” yahut da “şüpheli” sınıflarından birine girer. Dinî hassasiyetimizin kıvamına, takvamızın derecesine ve imanımızın kuvvetine göre eylemlerimiz anlam ve değer kazanacaktır. Biz şüpheli şeylerden kaçındıkça Allah Teala bize rüşdümüzü ilham ve bizi doğruya hidayet edecektir.
Üçüncü hadis ise işin son merhalesini teşkil eder. Sahih niyetlerle salih ameller işleyen bir kimse sırat-ı müstakim üzere bulunduğundan emin olabilir. Buna muvaffak kılınanlar için artık iş takva ölçülerine aykırı düşen şeylerin terkine gelmiş demektir. Kişi, altından kalkamayacağı, elinden gelmeyen ve dahi üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmazsa fıtrata uygun hareket etmiş, kendisinin, toplumun ve dünyanın dengesinin korunmasına katkıda bulunmuş olacaktır.
İslam’ın bu üçlü sacayağına hassasiyetle riayet ettiğimizde fiillerimiz ibadete dönüşecektir ve bu hakikat, “ictihad” faaliyeti için de aynıyla geçerlidir. İçinde bulunduğumuz halde neyi nasıl yapacağımız sorusuna verdiğimiz cevabının mihverini “Allah Teala’nın rızası” teşkil ediyorsa mesele yok. Ama işin içine “ümmetin problemlerine çözüm bulmak, insanların/toplumun önünü açmak, dünyanın gerisinde kalmamak, değişimin gereğini yapmak…” gibi gerekçe ve bahaneler girmişse, yapılan iş formel olarak “ictihad” gibi görünse de, onunla “ictihada-ı semavî” arasındaki fark, “ulema-i Rabbaniyyun” ile “ulema-i sû” arasındaki fark kadardır!
Bediüzzaman merhumun, günümüz ictihadlarını “semavî” olmaktan uzaklaştırıp “arzî” yapan üç husus hakkındaki uyarısını kemal-i ciddiyetle dikkate almak durumundayız:
“Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.
“Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.
“İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.
“Üçüncüsü: (…)”Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki’ olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû’-i ihtiyarıyla olmazsa, talak vaki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”
“İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki; sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale, o Hâlıkın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur…”[2]Sözler, 482.
Milli Gazete – 3 Ocak 2011