Yüce Allah’ın bazı şeyleri bazılarına üstün kılması vakıasının aklî bir açıklaması var mıdır? Peygamberlere (hepsine salat ve selam olsun) aralarından seçildikleri insanlarda bulunmayan değerlerin atfedilmesinde, bir kısmının Resul olmak haysiyetiyle diğerlerinden ayırt edilmesinde, bunlar arasında da “ulu’l-azm” olanların ayrı bir kategori teşkil etmesinde, Cebrail, Mikâil, İsrafil gibi meleklerin diğerlerine üstün kılınışında, zahiren herhangi bir özellik arz etmemesine rağmen Harem toprağının, yeryüzünün –zahirî hayat şartları bakımından kıyas kabul etmez güzelliğe sahip– diğer bölgelerinin nail olamadığı bir değere sahip kılınışında, kimi gün ve gecelerin diğerlerinden ve kimi ayların ötekilerden ayrıcalıklı olmasında nasıl bir aklî gerekçe mevcut olabilir?
Sahabe’nin (Allah hepsinden razı olsun) yoksulları birgün Efendimiz (s.a.v)’e gelerek, “Ya Resulallah” dediler, “zenginler bütün sevapları alıp götürdü. Biz namaz kılıyoruz onlar da kılıyor, bir oruç tutuyoruz onlar da tutuyor. Ancak onlar mallarının fazlasıyla tasaddukta bulunuyor, biz yapamıyoruz.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) onlara, her namazın arkasından 33’er kere tesbih, tahmid ve tekbir söylemelerini tavsiye etti ve bunun büyük sevap getireceğini belirtti. Ancak bir süre sonra zengin müslümanlar da diğerlerinden duyarak bu ameli yapmaya başladı. Yoksullar tekrar Efendimiz (s.a.v)’e gelerek zenginlerin yine avantajlı duruma geçtiğini söyleyince Efendimiz (s.a.v), “Bu Allah’ın lütf-u keremidir ki, dilediğine verir” buyurdu. (Müslim, “Mesâcid”, 26; et-Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, I, 458; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, XI, 466)
Şimdi, sorumluluklarının idrakindeki servet sahibi müslümanların Allah yolunda harcadığı varlıklar sebebiyle elde ettiği derecelere yoksulların ulaşamayışını hangi “eşitlik” anlayışıyla açıklamak kabildir?
Erkekle kadın arasında birtakım İslamî hükümlerde farklılıklar bulunmasını da bu bağlamda değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Bu hükümler hakkında, “Erkek egemen bir toplumsal/kültürel yapıya hitap eden nassları aynen bugüne taşımak doğru değildir. Şimdi zaman değişmiş, kadın da toplumsal roller üstlenmiştir…” gibi gerekçelerle bu hükümleri tarihsel kılmaya çabalamak yerine İslam’ın kadına ve erkeğe biçtiği rollerin “kendine mahsus” (siz bunu “olması gereken” diye okuyun) hayat anlayışı içinde son derece doğru, verimli ve sıhhatli olduğunu ve bunun tarihî tecrübe ile de ispatlandığını hiçbir komplekse kapılmadan cesaretle söylemek bir Müslüman için daha doğru ve tutarlı değil midir?
Kadını –istisnai durumlar dışında– yuvasından koparıp, nesil yetiştirmek ve geleceğin inşasında en vazgeçilmez rolü üstlenmek gibi son derece hayatî rolünden soyutladıktan sonra ortaya çıkan durumda kadının yabancı roller üstlenmesinin İslamî olup olmadığını tartışmak işin en anlamadığım tarafını oluşturuyor. Geçmişte kadın, özetlemeye çalıştığım statüde bulunuyorken –gayri İslamî uygulamaları ve kötü örnekleri bir kenara bırakarak söylersek– kadınlık onurundan ve Yaratıcı nezdindeki kıymetinden ne kaybetmiştir?
“Erkek egemen gelenek”in, kimi konularda kadını erkek ile aynı statüde görmemesinin yanlış olduğunu savunanlar, aynı çağdaş değer yargılarından hareketle mesela eşcinsellere nasıl bir statü öngörüyorlar acaba? Eğer eşcinselliğin nasslarla kötülendiğini söyleyecek olurlarsa, cevaplamaları gereken iki soru bulunuyor: 1- Eşcinselliğin kötülenmesinin erkek egemen kültürün yansıması (yani tarihsel) olmadığının delili nedir? 2- Burada tarihsellik yoksa, bazı konularda iki erkek şahit yoksa şahitlerin bir erkekle iki kadından oluşmasını öngören ayette niçin tarihsellik vardır?
Mayıs 2002 – Milli Gazete