Ehl-i Sünnet’in Sahabe Telakkisi

Ebubekir Sifil[dosya], 2011, Ehl-i Sünnet, Gazete Yazıları, Ocak 2011

Ehl-i Sünnet’in her konuda olduğu gibi Sahabe konusundaki tutumu da açık ve nettir. Bu konuda herhangi bir problem yok. Problem, şu veya bu kesimin/kimsenin Ehl-i Sünnet’in kabullerine aykırı düşen söz ve iddialarının halk üzerinde hemen şüphe ve tereddütlere yol açması, “bizim bu konudaki inancımız nasıl olmalıdır” türünden soru işaretlerine vücut vermesidir. Oysa normal olan, bu ümmetin avamının dahi itikadî konularda kale gibi sağlam/sarsılmaz bir bilinç ve teslimiyet durumunda olmasıdır.

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını “udul” kabul eder. Bunun anlamı –Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi–, onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler.

Ehl-i Sünnet, derece ve fazilet bakımından Sahabe’nin hepsinin aynı olmadığını kabul eder. Onlar arasında İslam’a ilk girenler, hicret edenler, Ehl-i Bedir, Efendimiz (s.a.v)’in ev halkı, cennetle müjdelenenler… gibi diğerlerinden daha üstün olanlar vardır. İbn Sa’d Sahabe’yi 5 tabakaya, el-Hâkim en-Nîsâbûrî 12, Abdülkahir el-Bağdâdî ise 17 tabakaya ayırarak vermiştir.

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. “Sohbet” şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından –nadiren de olsa– içki içmiş, zina etmiş… kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, “sohbet-i canan”a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır.

Ehl-i Sünnet, Sahabe arasında cereyan eden üzücü olaylar hakkında dili tutmayı ve Kur’an’ın öğrettiği gibi, “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş mü’min kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen Raûf’sun, Rahîm’sin!”[1]59/el-Haşr, 10. demeyi esas alır.

Evet, Mu’âviye b. Ebî Süfyân (r.a) Sahabe’nin ileri gelenlerinden, Muhacirlerden veya Ensar’dan değildir. Sıffin savaşında karşısında yer aldığı Hz. Ali (r.a)’nin faziletine erişmesi ve onunla denk tutulması imkânsızdır; bunu iddia eden de yoktur.

Ancak bütün bunlar, “sahabîlik” vasfını haiz olduğunda şüphe bulunmayan Mu’âviye (r.a) hakkında Şia’yı çağrıştıran tutumların sergilenmesine sessiz kalınabileceği anlamına elbette gelmez.

Ehl-i Sünnet ulema, Mu’âviye (r.a)’ın hak halife olan Hz. Ali (r.a)’a bey’at etmemekte ve onunla mukatelede haklı olmadığını söylemekten geri durmamıştır. Ancak onları başkalarından ayıran en önemli nokta, ona ya da Sahabe’den herhangi birisine karşı saygısızlık anlamına gelecek, onların manevi şahsiyetlerini rencide edecek tavırlardan uzak durma hassasiyetini daima gözetmiş olmalarıdır.

Tecrübeyle sabittir ki, Sahabe’den herhangi birine ilişme tavrı, ilişilen sahabî ile sınırlı kalmıyor, başkalarına da sirayet ediyor. Söz gelimi bir kimse Hz. Mu’âviye’yi davasında haksız, zalim, baği… olduğu gerekçesiyle hedef tahtasına oturttuğu zaman, onun safında yer alan sahabîleri de kaçınılmaz olarak aynı kategoriye sokacaktır. Bir sonraki adımda Hz. Ali (r.a) ile mücadelesinde onun yanında da karşısında da yer almayan, tarafsız kalmayı tercih eden –İbn Ömer (r.a) gibi– sahabîlere sıra gelecektir normal olarak. Tutarlılık bunu gerektirir. Zira onlar da işlediği zulme sessiz kalmış (!) olmakla Mu’âviye (r.a)’ın vebaline ortaklık etmiş olacaklardır. Bu silsile bu şekilde uzayıp gidecektir…

Bir sonraki yazıda Hz. Mu’âviye (r.a) hakkındaki hususi iddiaları mercek altına alalım.

Milli Gazete – 24 Ocak 2011

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 59/el-Haşr, 10.