Ehl-i Kitap’la İttifak Ettiğimiz Hususlar!!

Ebubekir Sifil[dosya], 2005, Dinler Arası Diyalog, Gazete Yazıları, Mart 2005

Bir kimsenin Allah inancının makbul ve muteber olabilmesi için, sadece “Ben Allah’a inanıyorum” demesinin yetmeyeceği açıktır. Bu inancın, “Nasıl bir Allah?” sorusuna, bu bağlamda kabul ve reddedilmesi gereken olmazsa olmaz hususları içeren bir cevapla mukabele edilerek şekillendirilmiş olması kaçınılmazdır. Aynı şey “amentü“nün diğer umdeleri için de aynıyla geçerlidir.

Söz gelimi Allah‘a inandığını belirttiği halde, Allah Teala‘ya noksanlık izafe eden, ona başka varlıkları ortak koşan ya da gönderdiği kitaplardan ve peygamberlerden birini tekzipte ayak direten kimsenin Allah inancının makbul ve muteber bir inanç olduğunu söyleyemeyiz.

Peygamber inancı taşıdığını söylediği halde, inandığını söylediği peygamberin tebliğ ettiği en temel hususları kabul etmeyen veya onu Allah Teala‘ya ortak tutan kimsenin iman iddiası için de aynı durum söz konusudur. İçki içen ve sarhoş olduktan sonra öz kızıyla zina eden bir peygamber tasavvur olunabilir mi?!!

Yukarıda zikrettiklerim, Ehl-i Kitab‘ın Allah ve Peygamber telakkilerinde aynıyla vaki hususlardır. Hatta fazlası vardır, eksiği yoktur.

Şu halde Ehl-i Kitap‘la Müslümanlar arasında bulunduğu söylenen “itikadî ittifak”ın sadece kısmî ve surî/şekilsel olduğunu, muhtevaları arasında muazzam farklılıklar bulunduğunu söylememiz gerekiyor.

Eğer öyle olmasaydı, yani Ehl-i Kitap temel itikadî hususlarda İslam‘ın onayladığı/itiraz etmediği bir çizgide bulunsaydı ne Kur’an‘ın ne de Son Peygamber‘in gönderilmesine gerek kalırdı!

Ucu Allah Teala‘ya –haşa– “abesle iştigal” isnadına ya da Kur’an‘ın ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in temel yönlendirmelerine muhalefete kadar çıkabilecek bu bakış açısı ne yazık ki “bir heves uğruna” yanlışta ayak diremeye devam ediyor.

Zaman‘dan Ahmet Şahin hocanın, problemin aslına taalluku bulunmayan izahı şöyle: “… Bu sebeple biz müminler de hem Kur’an’a, hem de Kur’an’dan önceki İlahi kitaplara iman ediyor, onları tebliğ eden tüm peygamberleri de tasdik ediyoruz. Çünkü o peygamberlerin tebliğ ettikleri kitaplarda tüm insanlığın değişmeyen doğruları vardır. Bu değişmeyen doğrular: “Allah’a iman, peygamberlere iman, meleklere iman, öldükten sonra tekrar dirilerek ahirette hesap vermeye iman.” Bunlar semavi kitapların ittifak ettikleri bir bakıma amentüleridir. Zaten peygamberler (teferruatta ayrılsa da) temel doğrularda ittifak ederler. Bir peygamberin söylediğini diğeri tekzip değil teyit eder. Nitekim Türkiye Diyanet Vakfı’nın 11 kişilik ilim heyetine hazırlattığı İslam ilmihalinde, tüm dinlerin ittifak ettiği bu temel doğrular şu ifadelerle dikkatimize sunulmaktadır:

“- “İslam’a göre ilk peygamberin tebliğ ettiği din ile daha sonra gelen peygamberlerin ve son Peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din, temel nitelikleriyle aynıdır! Allah’a iman, peygamberlik müessesesi ve ahiret inancı hepsinde vardır!..” s. 10. Evet, bunlar semavi dinlerin hepsinde de değişmez doğrulardır. Bir bakıma ehli kitabın değişmeyen amentüleridir. Bizler de bu amentüde müttefikiz. “Ehli kitapla Amentüde ittifakımız var.” derken de bu değişmeyen doğruları saymıştım geçmişteki bir yazımda. Çünkü biz de Allah’a, peygamberlere, meleklere, ahirete iman ediyoruz. Yani ehli kitapla bu değişmez doğrularda ittifak ediyoruz…” (15.3.2005)

İyi de muhataplarınız “Sizin peygamberiniz de, kitabınız da sahtedir” demekten vaz mı geçti? Belki bunu dile getirmekten şu an için siyaseten sarf-ı nazar ediyorlar. Ancak bu durum, onların İslam hakkındaki bu temel inançlarını külliyen terk ettikleri anlamına gelmiyor.

Bu durumda sorulmalı değil midir: “Burada “Kitaplara iman” niye yok? “Peygamberlere iman“, onlardan biri bile inkâr edildiğinde doğrudan Allah inancına tesir etmez mi? Peygamberlerden (hepsine salat ve selam olsun) herhangi birisinin “yalancı” veya kitaplardan birisinin “uydurma” olduğunu ileri süren bir insanın Peygamber ve Kitap inancının geçerli olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Bu temel noktalardaki küllî arızalara rağmen, “Ancak ehli kitabın bazılarının bu doğruları tarif ve tavsif ederken yanlışa düştüklerini de görüyor, Allah’a babalık, peygambere de oğulluk ve krallık sıfatını isnat etmeleri gibi yanılgılarına da şahit oluyoruz” demek, “durumu kurtarmak” şöyle dursun, meseleyi daha bir çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramıyor. Zira burada işaret edilen yanlışa düşen, sadece “Ehl-i Kitab‘ın bazıları” değildir. Üstelik bu ifadelerin mefhum-u muhalifinden, Ehl-i Kitab‘ın –bu “bazıları” dışında kalan– büyük kesiminin bu yanlışın içinde olmadığı sonucu çıkar ki, meselenin can alıcı noktalarından biri de burası!

Ehl-i Kitap ile diyaloğun “konjonktürel ihtiyaçlar” ile gerekçelendirilmesi dahi alabildiğine tartışmalı iken, bu sürece bu türlü temeller tedarik etme tavrı, hatayı ölümcül kılmaktadır.

Söz buraya gelmişken Fethullah Gülen hocaefendinin ve Zaman‘dan birkaç yazarın, diyalog sürecindeki tavırlarını eleştirenleri “mübahale“ye davet edişlerine de temas etmem gerekiyor. Ancak bu önemli noktayı bir sonraki yazıya bırakmayı tercih edeceğim.

Milli Gazete – 17 Mart 2005