Bugün 9 Kasım. İnşasına 13 Ağustos 1961’de başlanan ve dünyanın “Doğu Bloku” ve “Batı Bloku” diye ikiye ayrıldığının en belirgin simgelerinden birisini teşkil eden ünlü “Berlin duvarı” 20 yıl önce (1989’da) bugün yıkıldı.
Bu duvarın yıkılışının “sembolik” anlamı ve yankıları çok büyük oldu. Berlin’e gittiğimde görmüştüm, Almanya’nın –dolayısıyla dünyanın– doğusuyla batısını birbirinden ayıran bu hattı akla hayale gelmedik metotlar kullanarak aşmayı deneyenlerin öyküleri, anıları, fotoğrafları özel olarak bir müzede sergileniyor.
Berlin duvarının yıkılışı, “demir perde” arkasında kalmış olanların, “hür dünya”ya açılışını, özgürlüğün nimetlerinin onları da kucaklayışını sembolize ediyor büyük çoğunluk için.
Bu olayın bizim için ne anlam ifade ettiğine sormaya gerek var mı? Tercihini “hür dünya” içinde yer almaktan yana kullanmış bir ülkenin vatandaşları elbette demokrasinin, özgür düşünmenin ve yaşamanın ne büyük bir nimet olduğunu dile getirecek bir solukta.
Acaba 20 yıl önce yıkılan Berlin duvarı, bizi, zihnimizde inşa edilmiş farklı bir duvarın çevrelediği bir dünyaya açmış olabilir mi? Sözünü ettiğim, “şeffaf” olduğu için buldozer ya da balyozla yıkılması mümkün olmayan bir duvar. Elle dokunup gözle görülmeyen, ama bizi sınırladığı, çevrelediği, kıstırdığı ve kategorize ettiği “şiddet-i zuhurundan” fark edilmeyen bir duvar…
Neyi nasıl kabul edeceğimizi, neye, nasıl ve niçin itiraz edeceğimizi tayin eden, tepkilerimizi, alışkanlıklarımızı, algılarımızı belirleyen ve bizi madden ve manen kendi istediği kıvamda şekillendiren bir duvar…
Berlin duvarını yıkanlar karşılarında mücessem bir “engel” görüyordu. Bu engeli aşmak için arabaların kaput kapağının içinde veya küçücük tahta bavullarda saatlerce birkaç kat halinde zar zor nefes alarak bekliyor ve bu duvarı geçmeyi başarıyordu insanlar.
Biz ise bizi kuşatan duvarın varlığından bile habersiz yaşıyoruz. Çünkü o şeffaf ve her sabah yüzümüze “özgürlüğün” o tatlı meltemlerini üfürerek bizi kutsal özgürlük alanlarımızın içinde tutuyor.
Almanya’nın doğusundan batısına geçmek isteyenler büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapıyordu bunu. Kimi başarıyor, kimi amacına ulaşamadan can veriyordu. Ama görünür bir hedefleri vardı.
Bizse, kavuşmak için herhangi bir bedel ödemediğimiz bir “özgürlük” atmosferinin nimetleri içinde dilediğimiz gibi devran sürerken Doğu blokunda, demir perde arkasında yaşayanların hallerini yüreğimiz burkularak hatırlıyoruz.
Öyle mi, biz gerçekten de “özgürlük” istemesi gereken ve ona sahip kılındığında elinden kaçırmamak için elinden geleni yapma konusunda belli bir azimle donatılmış insanlar haline getirilene kadar hiçbir bedel ödemedik mi?
Bu “cebrî ihtiyar” halini “özgürlük” olarak benimseyene kadar geçtiğimiz aşamaların çetelesi tutulup, kendi içimizde çıkartıldığımız yolculuğun güncesi yazılmadığı için neyin ne olduğunu anlamamız hayli zaman alacak. Oto yola yanlış istikametten girdiğimiz için epey bir süre daha yanlış istikamette seyretmeye devam edeceğiz. Bu yanlış istikametteki yanlış yolculuğa uymadığı için üzerine “geleneksel” etiketini yapıştırdığımız hakikat bir süre daha dünyamızı teğet geçmeye devam edecek.
Ne zaman modernitenin zihnimizde ördüğü duvarların farkına varacağız, işte o zaman hakikatin o duvar tarafından bizden kopartıldığını anlayacağız.
Milli Gazete – 9 Kasım 2009