“Diyaloğun Hiç Mi İyi Yanı Yok?”

Ebubekir Sifil2005, Ekim 2005, Gazete Yazıları

Cumartesi günkü yazım üzerine okuyucu soruyor: “… İster dinler, ister medeniyetler arası densin, esasta değişen bir şey olmadığını herkes biliyor. (…) Diyaloğun hiç mi getirisi yok?..”

Daha önce de yazmıştım; Konunun Müslüman tarafı bakımından dinler, kültürler ya da medeniyetler (ne derseniz deyin) arası diyalog faaliyetleri kapsamına giren faaliyetler bağlamında iki husus dikkat çekiyor:

  1. Anakronizm yaparak tarihte cereyan etmiş “barışçıl” ilişkiler “diyalog” kapsamına sokulduğunda şu yapılmış oluyor: Yeni –ve “başkaları tarafından” (burası önemli)– keşf/servis edilmiş bir kavramın “meşruiyetini” hatta “elzemiyet”ini ortaya koymak amacıyla, tarihte cereyan etmiş, çağın yükselen değerleri temelinde itiraz görmeyecek olan ne kadar örnek olay varsa başımızdan aşağıya boca ediliyor. Kavramı icat edenler ya da kelimeyi kavramlaştıranlar ona hangi anlamı yüklüyorsa, o anlamdır esas olan. Biz ona kendi duruşumuz ekseninde anlam yüklemekle, bir anlamda onların maksadını meşrulaştırmış oluyoruz.
  2. Diyalog faaliyetlerinin etkisi, siz isteseniz de “işbirliği” ile sınırlı kalmıyor; ilişkilerin seyri bir süre sonra “inanç birliği“ne doğru kıvrılmaya, evrilmeye başlıyor. Hristiyanlar‘ın ya da başkalarının, “hakikat” ve “kurtuluş“un “öteki”ler için de söz konusu olabileceğini ima etmesi, işin tabiatı icabı “bu taraf”a da yansıyor ve “bizimkiler” de diğerleri için aynı şeyleri, hatta daha ileri seviyelerde dillendirmeye başlıyor.

Teolojilerinin oluşumuna, kutsal saydıkları metinlerin vücuda getiriliş süreçlerine baktığımızda –tarihsellik, hermenötik okuma gibi– pek çok modern olgu yanında, “hakikatin izafiliği” anlayışının da –yadırganacak yanı bulunmadığını anlamak zor değil.

Peki asla kıyas kabul etmeyecek bir sürece sahip olduğu halde İslam ve onun kutsallarının, Ehl-i Kitab‘ınkiyle aynı serencamın kabul edilmesi anlamına gelecek bir muameleye tabi tutulması nasıl izah edilir?

Bir diğer okuyucu da uzun mesajı meyanında Osmanlı‘nın gerilemeye başladığı dönemden itibaren “medeniyet” adına ortaya bir şey konmadığını, Hristiyan dünyanın manevi bir boşluk içinde olduğunu (ve bunun diyalog vasıtasıyla İslam ile doldurulabileceğini?), diyaloğa onay verecek bir kurum mevcut olmadığı için diyalog faaliyetlerinin kimsenin onayından geçmek durumunda olmadığını, Cumhuriyet döneminde yapılan camileri “medeniyet” göstergesi olarak niçin görmediğimi ve Arap milliyetçiliği ile İslam’ın son zamanlarda özdeşleştirildiğini söylüyor.

Her biri müstakil bir başlık altında ele alınması gereken bu noktaların bir kısmında okuyucuya hak vermemek mümkün değil. Genel ve muhtasar bir değerlendirme yapayım (yoksa ya yazının puntoları iyice küçülecek, ya da Cumartesi’ye sarkacağız): Diyalog faaliyeti, dinî, siyasi, kültürel, yani “küresel” boyutları olan bir faaliyettir; dolayısıyla bir cemaat ya da laik devletin bir kurumu tarafından “İslam adına” yürütülmesi, baştan birtakım arızaları davet etmektedir. Eğer bu gerçek anlamda “medeniyetler arası” bir faaliyet ise nerede İslam medeniyeti ve nerede Yahudi medeniyeti? Hatta “nerede medeniyet“?

Kısmet olursa zaman zaman bu konuya döneceğim.

Milli Gazete – 3 Ekim 2015