Din Tasavvurları

Ebubekir Sifil2008, Gazete Yazıları, Ocak 2008

“Din niçin vardır?” sorusuna farklı kesimlerden farklı cevaplar almak normal. İnançsız birisinin bu soruya vereceği cevap, “dinin bir evrimleşme süreci meselesi olduğu, “ilkel insan”dan “gelişmiş insan”a doğru gidildikçe dinin de önemini yitirdiği” tarzındadır. Bu cevap tarzının, biyolojik Darvinzm’den sosyal Darvinmz’e uzanan bir çizgide şekillenmiş bilinç durumunun semeresi/tabii sonucu olduğu açık.

Bir Müslüman için ise din, varoluşun tek izahı, anlamı ve varlığın layıkı veçhile devamının tek geçerli zeminidir. Allah’a aittir ve insan ona teslim olduğu, öğretilerine gönülden bağlandığı ölçüde yücelir, değer kazanır ve kurtulur.

Buraya kadar anlaşılmayan bir mesele yok. Mesele bu iki telakkinin çakıştırılması gayretlerinde kendini gösteriyor. Şöyle:

Din’i reddetmek gibi bir tavra tevessül etmeden, hatta bol miktarda “dindarlık” ya da “dini takdir!” göstergesiyle ambalajlanmış bir girizgâhtan sonra “Din niçin vardır?” sorusuna “İnsan için” gibi bir cevap verilmesi, hem dinî, hem de mantıkî bakımdan problemlidir.

Kabul edilmelidir ki, insanın bu soruyu Din’e götürmeden, kendi tasavvuratı esasında cevaplandırmaya kalkışması modern bir tavırdır. Modernite de merkezinde insan bulunan ve din dahil her şeyi tanımlama iddiasında olan bir olgu olması hasebiyle, yukarıdaki iki farklı cevabın kinsi de aynı anda ve fakat “kendine göre” içermektedir.

Modern –hatta daha doğrusu “postmodern”– insan dini kategorik olarak reddetmemekle birlikte, tanımlar, indirger, kategorize eder ve uygun gördüğü yere yerleştirir. Din ona göre “işe yarar” bir şey olduğu için reddedilmemesi gerekir; ama belli sınırlar içinde tutulmalı, belli fonksiyonlar ifa etmesi çin ona bir alan açılmalıdır. Bu “cüz’iyyat” içinde kalan bir “tanıma”dır ve asla “küllî” alana intikal etirilmez.

“Din niçin vardır?” sorusun modern bir bakış açısıyla cevaplandırılması bu noktadan problem arz etmektedir. Kendisinde Din’i tanımlama ve ona görev tayin etme yetkisi vehmeden insan, dinin belirleyicilik alanının nerde başlayıp nerede biteceğine de kendisi karar veriyor. Bunun sonucunda din, ancak diğer sosyal müesseseler gibi, onlardan birisi olarak varlığını sürdürüyor.

Dinin varlığa, hayata, insana, bu dünyaya ve öte dünyaya ilişkin izahları bu zeminde buharlaşır. O, “kurallara uyan” insana ulaşmada yardımcı olduğu için kökten reddedilmemelidir, hepsi bu kadar…

Dünyanın küreselleşme sürecini yaşaması, insanlığın ortak problemlerinin paylaşılıp ortaklaşa çözülmesi anlamına gelmiyor. Küreselleşme, Batılı insanın değer yargılarının, ekonomik, siyasî ve askerî üstünlüğünün tescili sürecidir. Yani aslında “emperyalizm” daha da azmanlaşarak sömürmeye devam ediyor ve yaşadığımız süreç bunun bütün dünya sathına yaygınlaştırılması projeleriyle kendini gösteriyor.

Bu süreçte din (İslam) elbette baştan reddedilemezdi. Hatta bu sürecin varlığına ve devamına hizmet eden, ya da en azından itiraz etmeyen bir din elbette faydalıdır, yaşa-tıl-malı ve teşvik edilmelidir. Bireysel alana hapsedilmiş bir dinin –ki Batılı insan için başka türlüsü mümkün ve doğru değildir– nezararı olabilir ki?

“De ki: “Benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da ölümüm de alemlerin Rabbi olan Allah içindir” (6/el-En’âm, 162) nerede, “Herşey insan içindir, din de” telakkisi nerede!..

Milli Gazete – 5 Ocak 2008