Bu Hal-i Pür-Melal’e Ağlanır Mı, Gülünür Mü?-3

Ebubekir Sifil2006, Ağustos 2006, Gazete Yazıları

  1. “… Buna göre kendisinin (…) böyle bir zâtın nesebini diline dolaması sebebiyle, gerçekte kendisinin nesebine dair araştırılması gereken noktalar bulunduğu anlaşılmıştır.”

Sadece “zat-ı muhterem”in değil, herhangi bir insanın nesebini “dile dolama”yı düşkünlük, acziyet, hatta “ahlaksızlık” sayarım. Benim söylediğim şey şu: “Zat-ı muhteremin dedesinin Kinde kabilesinden olduğunu nereden bileceğiz? Ortada sadece kendi beyanı var. Bu beyan da delile, hüccete, bürhana şiddetle muhtaç. Aksi halde ayağı topal olan ve bu işlere az-buçuk merakı bulunan herkesin, “Benim dedem Kinde kabilesindendir” diyerek ortaya atılmaması için bir sebep gösterilebilir mi?”

Ortada son derece önemli bir iddia var. Birisi, “hadis-i şerif” olduğunu ileri sürdüğü bir sözde geçen kişinin “hatem-i evliya”ya delalet ettiğini, o kişinin de kendisi olduğunu söylüyor. “Hatem-i evliya”yı da, “ahir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir” diye açıklıyor. Bu Ümmet’in bir ferdi olarak bu durum beni elbette ilgilendirecektir. Zat-ı muhteremin yaşı seksen civarındadır ve kendisi için emr-i hak vaki olduğunda artık bu Ümmet içinden hiçbir veli çıkmayacaktır!! Bu iddianın gerçeğe ne ölçüde tetabuk ettiğini soruşturmayı, komplekse girerek “birisinin nesebini diline dolamak” diye değerlendirmek anlamsızdır. İsbat yükümlülüğü müddeiye aittir. Varsa belgeniz gösterirsiniz; ben de hakkı teslim ederim. Yoksa benim “ahlaksızlık” dediğim şeyi yaparak, anlamlı imalarla karşı tarafın nesebinde “araştırılması gereken noktalar” bulunduğunu söylemek sadece kişinin seviyesiyle ilgili bir problemi ortaya koyar. Sizi tatmin edecekse buyurun, nesebimi gidebildiği yere kadar araştırın! Yarası olan gocunur…

  1. “… Hadis-i şerif’i inkâr, râvîlerine iftira ile yetinmemiş; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- başta olmak üzere; altmışa yakın Evliyâullah Hazerâtı’nın da “Hâtemü’l-Evliyâ” hakkındaki, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde neşrettikleri ifşaatlarını “Esasen ‘velilik’ mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz.” diye inkâr ederek kendi cehâletini ve kibrini ortaya koymuştur.”

Kapasite fukarasının “Hadis-i şerif” dediği sözün durumuna daha önce değinmiştim. “Ravilerine iftira” meselesine gelince, öyle anlaşılıyor ki burada, Ka’b el-Ahbâr hakkında söylediklerim kastediliyor. Bu zat hakkında yazdıklarımın iftira mı, yoksa ulemadan nakil mi olduğunu gösterip, gerçek müfterinin kim olduğunu belgelemek için “çapsız” muhatabımın isimlerini andığı alimlerden İbn Hacer ve el-Kevserî’nin tesbitlerini kısaca aktarmakla yetineceğim.

İbn Hacer: İmam el-Buhârî’den naklen: Mu’âviye (r.a) Kureyşli bir topluluktan söz ederken Ka’b’ı da zikretmiş ve şöyle demiştir: Her ne kadar Ehl-i Kitap’tan rivayette bulunan şu muhaddislerin en doğru sözlüsü idiyse de, kendisini yalanla imtihan ederdik.” (Tehzîbu’t-Tehzîb, VIII, 394.)

el-Kevserî: “Ka’b el-Ahbâr ve İsrailiyat” başlıklı makalesinde Ka’b’ın durumuyla ilgili bir hayli nakil yaptıktan sonra şöyle der: “Bu kısa malumattan ortaya çıkan odur ki, kendisinden İbn Ömer, İbn Abbâs ve Ebû Hureyre’nin bazı rivayetleri bulunmakla birlikte Hz. Ömer, Huzeyfe, Ebû Zerr, İbn Abbâs. Avf b. Mâlik ve Mu’âviye (Allah hepsinden razı olsun) Ka’b’a tam anlamıyla güveniyor değillerdi…” (Makâlât, 39.) Yer darlığı sebebiyle el-Kevserî merhumun konu hakkındaki diğer önemli tesbitlerini burada zikredemiyorum. Dileyen Makâlât’a bakabilir.

Devam edecek.

Not: Aşağıdaki paragraf bir önceki yazıda zikredilen “A” maddesinden sonra yer alması gerekirken sehven atlanmıştır.

  1. Bu sözde anlatılanlarla, rivayetlerde “doğu”dan çıkacağı haber verilenler aynı kimselerdir. Ancak bu sözü Ka’b’dan aktaranlar “doğu” yerine “batı” ifadesini kullanmıştır. Bu durumda da “zat-ı muhterem”in “hatem-i evliya” olduğu tezine bu sözle istidlalin imkânsızlığı ikiye katlanmış olmaktadır.

Milli Gazete – 7 Ağustos 2006