Bizim Meselemiz Ne?

Ebubekir Sifil2007, Gazete Yazıları, Temmuz 2007

“İçinden geçmekte olduğumuz çetin zaman diliminde Müslümaca düşünmek ve yaşamak diye bir derdi olanların en büyük meselesi nedir?” sorusunun cevabı sizce ne olmalı?

Bence bu hayatî meselenin halli, “Müslümanca düşünmek ve yaşamak nedir?” sorusunun doğru cevabı verilmeden mümkün değil. Müslüman olarak tefekkür ve algı dünyamızı ve tabii buna bağlı olarak bireysel ve toplumsal hayatımızı hangi temel değerler üzerine inşa etiğimiz, etmek istediğimiz, bu noktada temel belirleyicidir.

Çağın yükselen değerlerine adaptasyon, onları benimseme ve içselleştirme üzerine kurulu sanal bir dünyada yaşamayı tercih edenler, bir süre sonra hayatı ve olayları kendilerine ait olan kavramsal çerçevede algılamaktan vaz geçip, adapte oldukları dünyanın kavramlarıyla düşünmeye, algılamaya başlıyorlar kaçınılmaz olarak. Yani “aidiyet değişimi” yaşıyorlar. “Bunları geçin kardeşim, bunların devri bitti; biraz etrafınıza bakın, dünyaya ayak uydurun” şablonu, bu noktada yaşanan dönüşümün dışa vurumunda başvurulan “işe yarar” kodlardan biridir mesela.

Sonra bir bakıyorsunuz “emr-i bil ma’ruf-nehy-i anil münker” hassasiyeti kaybolmuş; onun yerini “çoğulculuk”, “bir arada yaşama kültürü”, “herkesi kendi konum ve pozisyonunda saygı değer olarak kabul etme” tavrı alıvermiş. II. Meşrutiyet’te bu topraklara Batı’dan esen rüzgâr da “hürriyet, uhuvvet, musavat” (versus “istibdat”) kavramlarıyla bizi yüreğimizden yakalamamış mıydı?

Bakıyorsunuz çevresine İslam’ın diriltici soluğuyla ışık saçan, İslam’ın şu yaşlı ve yorgun dünyanın tek şansı olduğunu, ayağını yere basarak söyleyen insan gitmiş, “maruz kalan”, “uyum sağlayan”, “itiraz etmeyen” insan gelmiş. İşin kötüsü, bir süre sonra bu tavır “İslam adına olması gereken” olarak takdim ve terviç edilir hale geliyor; gayrısı ise “miadı dolmuş”, “problem çıkaran” ve “zarar veren” olarak, dışlanmayı hak eden olarak kabul görüyor. Küresel efendilerin onayladığı/itiraz etmediği ölçüde yaşanması gereken bir Müslümanlık şimdi geçerli olan.

“Müslümanca düşünmek ve yaşamak nedir?” sorusuna dönelim. “Müslümanlık”ı nasıl tarif ettiğinize bağlı olarak bu sorunun cevabı değişecektir. Küreselleşmenin “amentü”sünü benimsemiş, “çağın dışına düşmemek” gibi bir kaygıyla hareket eden, “kale alınma”yı ve “ayak uydurma”yı temel endişe edinmiş birisi için elbette “Müslümanlık”, temel kaynakları tarafından nasıl tarif edilmiş, daha doğrusu temel kaynaklarının tarif biçiminin ne olduğu konusunda başından beri nasıl bir konsensüs oluşmuş olursa olsun, bunun hiçbir önemi yoktur. Onun için Müslümanlık, “mevcudu onaylayan”, “problem çıkarmayan”, bu sebeple “yararlı” bir şeydir. Böyle olduğu sürece onaylanmayı hak eder.

Bu dünyanın efendileri bu dünyayı istedikleri şekle soksunlar; Müslümanlık onlara bu noktada herhangi bir şey söylemez. Pardon, “elinize sağlık”tan başka bir şey söylemez! Eh, bu arada bunun bize sağlayacağı küçücük getiriler bulunması da eşyanın tabiatından sayılmalı değil mi?!

İtiraz edenler mi? Artık hayli “marjinal” konuma düşmüş durumdalar. Dolayısıyla sözlerini etmeye bile değmez.

Tam bu noktada, “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” tabirindeki “Cemaat”in ne ifade ettiği konusunda bu köşede bu yılın 17 ve 19 Mart tarihlerinde çıkan iki yazıyı ve İslam Ve Modern Çağ, II, 149 vd.’da yer alan yazının muhtevasını hatırlamanın zamanıdır. Hayatı Ehl-i Sünnet ve Cemaat zemininde anlamak diye bir derdi olanlar için elbette…

 Milli Gazete – 30 Temmuz 2007