Bediüzzaman ve Tarihselcilik

Ebubekir Sifil[dosya], 2005, Gazete Yazıları, Şahıslar, Said Nursi, Şubat 2005, Tarihsellik ve Hermenötik

Esas meseleye geçmeden önce bir noktayı tasrih edeyim: Dinlerarası diyalog konusunu işleyen bir önceki yazımda Fethullah Gülen hocaefendinin “Fasıldan Fasıla“sından yaptığım alıntıyı yanlış değerlendiren bazı okuyuculardan, bağlamdaki “ilzam” üslubuna dikkat etmediklerini izhar eden mesajlar aldım. Konuyla ilgili olarak bu köşede kaleme aldığım onlarca yazı ortadayken hiçbir anlam veremediğim bu mesajların sahiplerini dikkat ve ciddiyete çağırıyorum…

Gelelim maksada.

Bilindiği gibi Kur’an, Mü’minler‘e hitaben, “Ey iman edenler! Yahudiler’i ve Hristiyanlar’ı dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar…” (5/el-Mâide, 51) buyurur.

Said Nursî merhum, “Münazarat“da (1944), bu ayet Yahudi ve Hristiyanlar‘a muhabbeti yasakladığı halde nasıl olup da onlarla dost olunmasını söylediği tarzındaki bir soruyu şöyle cevaplıyor:

“Evvela (…) nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. (…)

“Saniyen, Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin şimdi alemdeki, bir inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anî’de dahil değildir…”

Her ne kadar tarihselcilik “mutlak-mukayyed” dinlemeyip bütün ahkâmı ber-hava etme tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarıdaki tesbiti “tarihselcilik” ifadesi olarak görmek cay-ı itiraz ise de, burada “mutlak”ı “takyid” eden delilin mahiyeti üzerinde durmak zorundayız.

Kur’an‘ın herhangi bir mutlak hükmünün “zaman delili” tarafından takyid edilebileceği hangi Usul kitabında kayıtlıdır bilemem; ancak bildiğim şu ki, “zaman”a böyle bir yetki tanınması, ucu “nesh“e kadar pekala çıkabilecek bir tavrın ifadesi olur ki, “tarihselcilik” de bundan başkası değildir!

Öte yandan “zamanın kaydı”nın, Kur’an‘ın mutlakını takyid edici kuvvette bir delil olması keyfiyeti hangi cihettendir? Burada “mutlak”tan, “takyid”den konuştuğumuza göre Usulcüler‘in “delil” tarifini mi esas alacağız? Eğer öyleyse “matlub-u haberî” nerede? (Bu noktada Hristiyanlık‘tan ahir zamanda beklenen “tasaffi” gündeme getirilebilir. Bu nokta üzerinde daha sonra duracağım.) Ayrıca bu delil kat’î midir, zannî midir?

Yoksa Kelamcılar‘ın ıstılahına mı başvurmalıyız? Eğer böyleyse o bir “bürhan“mı, yoksa “emare” midir?..

Eğer zamanın kaydı kat’î bir delil/bürhan ise onun kat’iyeti nereden gelmektedir? Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanlar‘ın, hükmün asr-ı saadettekilerle takyid edilmesini gerektiren hangi temel dönüşümü söz konusudur?

Eğer zaman zannî bir delil/emare ise kat’îyi zannî ile nasıl takyid edebiliriz?

Üstelik burada bir de “iştikakın me’hazının illet göstermesi” durumu var. Ben buradan, Yahudi ve Hristiyanlar‘ın dost edinilmemesi hükmünün, onların Yahudiliklerine ve Hristiyanlıklarına bağlanmış olmasını anlıyorum. Bu da, bir kimsede Yahudilik veya Hristiyanlık temel bir vasıf olarak devam ettiği sürece, onu dost edinmenin yasaklığı hükmünün illetinin varlığını devam ettirmesi demektir. Öyleyse burada iştikakın mehazından hareket etmenin lehde değil, aleyhde sonuç doğurduğunu söylemek durumundayız.

Ve nihayet çağımızdaki “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”nin, asr-ı saadetteki “inkılab-ı azim-i dinî”nin yerini aldığı tesbitinden hareketle, dikkatlerimizi “nokta-i din”den “nokta-i dünya”ya çevirmemizi ve dolayısıyla “din temelli nehy-i Kur’anî”yi terk edip “medeniyet(!), terakki ve dünya temelli vela-yı Yehud ve Nasara”ya yönelmemizi öğütleyen yukarıdaki satırlar da tarihselci bakışın kalesini tahkim edici niteliğiyle dikkat çekiyor.

Çağın bir “medeniyet çağı” olduğunu ve medeniyet icabatının behemehal yerine getirilmesini bir “mukteza-yı nass” derecesinde kabul ettikten sonra “ümmet-i davet“ten “medenî dünya” çıkarmak elbette normal olur. Ne var ki esas mesele de burada yatıyor.

Yapılması gereken, zihinleri, meşgul oldukları (daha doğrusu “edildikleri”) “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”ye perestiş yerine, onun mahiyeti, doğuşu, tezahürleri ve doğurduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmek iken, ona öykünmek ve buradan da Yahudi ve Hristiyanlar‘la “muhabbet” ilişkisi çıkarmak nasıl izah edilebilir?

Milli Gazete – 24 Şubat 2005