Raşid el-Gannuşi AA muhabirine verdiği özel mülakatta son derece dikkat çekici bir noktanın altını çizmiş ve İslamî hareketlerin devlet tecrübesinin az olduğunu, fikrî altyapının ve literatürün yönetmek değil, tebliğ ve davet etmek üzerine inşa edildiğini vurgulamış.
Üzerinde ciddiyetle durulması gereken, bugüne ve yarına dair hayatî önemi haiz bir projeksiyon bu.
İslamî hareketlerin devlet yönetme tecrübesine sahip olmaması, buna imkân buldukları halde başarısız oldukları anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Meseleye objektif olarak bakıldığında ilk önce söylenmesi gereken şu olmalı: Tecrübe, imkâna bağlıdır. Yani bir şeyi “yapabilme” imkânına sahip olacaksınız ki, onu yapma konusunda tecrübe sahibi olabilesiniz.
İslamî hareketlerin önü yerel ve küresel güç odakları tarafından her seferinde kesilmiş, devleti yönetme konumuna gelmemeleri için ne gerekiyorsa yapılmıştır. Hatta zaman zaman son derece vahşi ve insanlık dışı uygulamalar söz konusu olmuştur. Böyle durumda “yönetme tecrübesi” nasıl oluşabilir ki!
Meselenin bir yönünde bu hakikat yatıyorsa, diğer yönünde bir başka hakikatle yüzyüze geliyoruz: İslamî hareketlerin “pratik” eksikliği var da, “teorik” açıdan çok mu iyi durumdalar?
Şu bir hakikat ki, “devlet yönetmek” sadece neyin nasıl yapılacağını “teorik olarak bilmek”le altından kalkılabilecek bir iş değil.
Öncelikle teorinin, ya da daha doğrusu kitaplarda yazanın “hazmedilmiş” olması lazım. Şüphesiz sadece hangi metnin ne dediğini bilmek, hangi mesele hakkında nasıl hüküm verildiğinden haberdar olmak yetmez. Yazılı metinler arasında “dirayetle” gezinmek de işin olmazsa olmazlarından.
Arkasından metinlerle pratiğin/vakıanın intibakının nasıl temin edileceği meselesi geliyor. Çoğu zaman pratiğin/vakıanın okunma biçimi teorinin/metnin önüne geçebilecek belirleyiciliğe sahip olabiliyor.
Meseleye fıkhî pencereden bakacak olursak, çoğu durumlarda pratiğin/vakıanın karmaşık yapısı onun mevcut ictihadlar veya kaideler (kavaid) doğrultusunda çözümünün zannedildiği kadar kolay olmadığını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bu alanda icra-i faaliyet edenlerin teorik tartışmaların ötesine giderek vakıayla temaslarını yoğunlaştırmaları gerekiyor.
Bu cümleden pratiği yakından görme ve inceleme imkânı kazanmalarını temin amacıyla İlahiyat fakültelerinin İslam Hukuku bilim dalında görev yapanların Pakistan’a, hatta İngiltere’ye yönlendirilmesi önemli bir tecrübe sağlayacaktır. Buralardaki birikime duyarsız kalmak büyük bir eksikliktir.
Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: İslamî hareketler arasında hemen hiçbir işbirliği ve iletişim mekanizması yok. Hatta tam tersine zaman zaman İslamî hareketlerin kendi aralarında “rekabet” duygusu içinde ya da “çatışma” refleksiyle hareket ettiğini söylemek gerçeğin ifadesi olacak. Hal böyle olunca enerji başka alanlara sarf ediliyor ve esas doldurulması gereken alan boş kalıyor.
Oysa şartların hızla değiştiği günümüzde bırakın bugünü ve yarını, uzak gelecek hakkında projeksiyonlar yapmak, uzak geleceği şimdiden öngörerek ona göre hazırlanmak kaçınılmaz bir mecburiyettir.
En başta sormamız gereken soruyu en sonda sorarak bitirelim: Gerçekten “İslamî hareketler” diyebileceğimiz bir olgular kompozisyonundan söz edebilir miyiz?
Milli Gazete – 19 Ocak 2012